30 Ocak 2016 Cumartesi
29 Ocak 2016 Cuma
Arabalı sinema
Geçen gün Brokeback Mountain filmini izlerken gördüm benzer bir sahneyi ve acayip canım çekti. Eskiden bir çok ülkede "Drive in Theater" adı altında çok popüler olan, ülkemizde ise yanılmıyorsam çok kısa bir süreliğine hayata geçirilmiş bir etkinlikti. Ama ben yetişemedim tabii. En son geçen yaz İstanbul'da, Klasik Otomobilciler Derneği'nin bir etkinliğinde tek filmlik olarak yapılmıştı ve Casablanca filmi gösterilmişti. Son dönemde, arabaların kapalı devre radyo sistemiyle frekansı ayarlayarak, filmin sesinin arabanın içinden dinlenebildiği harika bir sistem vardı. Şimdi hayal edince gerçekten muazzam bir olay olurdu.
En son İzmir, Çiğli'de açılmıştı ama ben daha çocuk yaşlardaydım, hayal meyal hatırlıyorum. İnternetten kısa bir araştırma yaptım; 2003 yılında, 320 araç kapasiteli olarak açılmış, 240 metrekare perdesi varmış ve akşam 10 seanslarında gösterim yapıyormuş. Ama ne zaman kapandığını, ne kadar sürdüğünü bulamadım.
Film başladıktan sonra perdenin önünden geçenler, yüksek sesle konuşanlar olmadan, önünde ve arkanda oturanlara sinirlenmeden, "benim koltuğum hangisiydi telaşı" olmadan, cep telefonuna rahatça bakmak sorun olmadan ve hatta sigara içme yasağı olmadan film izlemek.. Arabanın içine patlamış mısır dökülmesi dışında her şey mükemmel görünüyor.
Kategori:
Kültür-Sanat,
Sinema
27 Ocak 2016 Çarşamba
"Lezzetli"
Bazı filmler vardır böyle.. İzledikten sonra beğenirsiniz ama tam adını koyamazsınız. Bir başyapıt mı? Değil. İyi mi? Sadece iyi demek çok çiğ kalır. Tadı damağınızda kalır falan. Öyle bir film olmuş Youth. Sinemada izledim bu akşam. Tek kelimeyle tanımlamam gerekirse "lezzetli" diyebilirim sanırım. Atmosfer, oyuncuların şirinliği, diyaloglar.. Hakikaten lezzetli bir film. Yer yer festival, yer yer sanat filmi tadında ama sıkmayan, dramı boğmayan, esprileri gülümseten, farklılığını her daim seyirciye hissettiren bir lezzet. Beğendim.
Bu arada film, koca İzmir'de sadece tek bir (1) sinemada oynuyordu. O da İzmir'in en eski sinemalarından biri olan Karaca Sineması'nda. Saçma sapan filmler büyük sinemalarda uzun uzadıysa gösterilirken bu tür filmleri hep zar zor bir veya iki sinemada yakalayabiliyorum. Aynısını yakın zamanda The Lobster'da da yaşamıştım. İzmirli olanların bazıları bilir belki ama ben ilk kez gittim hayatımda Karaca'ya. Ufacık, amatörce ama hoş. Bana çocukken babamla gittiğim eski usûl sinemaları hatırlattı. Daha ilginç olan ve beni şaşırtan ise, filmden önce hiç reklam yoktu ve film arası da yoktu. Kendimi bildim bileli, çocukluğumdan beri sinemaya giderim, bu ikisini de ilk defa görüyorum. Çoğu ülkede film arası olmadığını biliyordum ama burada öyle olunca, bir de reklamsız olunca baya şaşırdım. Ara ara giderim artık bu sinemaya, sevdim.
26 Ocak 2016 Salı
Eroin
Ultimate Team pişmanlıktır. Vaktiniz bolsa, çalışmıyorsanız, okumuyorsanız hemen başlayın. Ama akşamdan akşama eve uğrayabiliyor, haftada 5-6 gün çalışıyorsanız ve henüz bu uyuşturucuya bulaşmadıysanız, lütfen başlamayın. FIFA 14'ten beri oynuyorum ve her çıkan yeni oyunda bağımlılığım katlanıyor.
25 Ocak 2016 Pazartesi
L'amour gagne
Farklı, cesur bir film izlemek istiyorsanız.. Cinselliğini ve yaşadığı hayatı keşfetmeye çalışan 15 yaşındaki biz kızın hikayesi. Blue is the Warmest Color (ojinal adı; La vie d'Adèle / türkçesi; Adele'in Hayatı)
Filmin süresi tam 3 saat. Fransız yapımı ve Fransa'da geçiyor.. Ama her şeyiyle farklı. Bol diyalog, bol samimiyet, bol yakın çekim ve bolca hoş ayrıntılarla bezenmiş bir aşk filmi, bir büyüme filmi, bir dram filmi..
Homofobik değilseniz izlemenizi öneririm.
Yıkılsın parklar, açılsın AVM'ler!
Fotoğrafa tıklayıp büyük haline bakınız.
Fotoğraf New York, ABD'den.
Kentleşme, binalar, rezidanslar, gökdelenler, AVM'ler.. Hepsine tamam. Ama bunları yapıp gelişmişlik naraları atmak yerine, doğaya da aynı anda nasıl sahip çıkılır? Örnek alsınlar bizim sayınlar.
Biz, elimizde olan doğayı, parkları ve bahçeleri kesip yıkarken adamlar fotoğrafta "iki ayrı dünya" gibi duran muhteşemliği yakalamışlar. Bu harika görselliği yakalamak değil mesele, elimizdekine sahip çıksak yeterli sadece. Üstelik daha da enteresan bir nokta var.. Fotoğrafta gördüğünüz Central Park'ın büyük bölümü sonradan yapıldı. Yani hem doğa güzelliği, hem de vatandaşın yeşil alanlarda vakit geçirebilmesi açısından bu parktaki ağaçların, çimenlerin, güzelliklerin neredeyse tamamı sonradan dikildi, inşa edildi. Halk için yapıldı, vatandaş için. Vatandaş. Ülkenin vatandaşı. Altın klozet yerine yeşil park. Kulağa fena gelmiyor.
Kategori:
Foto,
Kültür-Sanat
24 Ocak 2016 Pazar
O oscar buraya gelecek!
Vizyona girdiği ilk gün The Revenant'ı sinemada izleme fırsatı buldum. Öyle beklentilerin pompalandığı kadar efsanevi bir film mi? Hayır tabii ki. Beklentileri arşa değdirerek gidip sonra "eh güzel film" diyenler var çünkü.. Hayır efendim, güzel falan değil. Çok güzel, hatta harika bir film.
Yıl boyunca, özellikle son bir kaç aydır; o kadar fazla reklamı yapıldı, o kadar çok trailer'ı izlendi, oscar geyiği yapıldı ve beklentiler uçuruldu ki, bazı insanlar doğal olarak tarihin en iyi filmini falan izleyeceğiz sanmışlar. Ben hayatım boyunca o kadar çok film izledim ki, ne kadar övgüsünü duyarsam duyayım, hiç bir filmi çok büyük beklentiyle izlemem, hiç bir filmi de ön yargıyla izlemem. O yüzden bu filme girerken tek kafamda olan "iyi" film olduğuydu, o kadar. Ve baktığınız zaman; intikam ve ırkçılıkla karışık olan hikayesi klişe olsa da, gayet ilgi çekici ilerleyen, oyunculukları çok iyi olan, soğuk ve kar atmosferini muazzam aktaran, özellikle "ayıyla boğuşma" sahnesi başta olmak üzere korkutucu derecede gerçekçi sahneleri olan ve özellikle sinematografisi kusursuz bir film çekmişler.
Beklendiği kadar iyi olmamasını bir nebze anlayabilirim. Ama şu filme, piyasa sanki efsane filmlerle doluymuş gibi yorum yapmak komik oluyor. Ne Di Caprio'ya, ne Hardy'ye, ne de yönetmen Iñárritu'ya karşı özel bir sevgim olmadı hiç bir zaman. Ama film hakikaten çok iyi. Aksini söylemek tuhaf.
Filmin Leonardo'ya oscar aldırma projesi olduğuna katılıyorum elbet. Zaten son bir kaç yıldır kendisinin oynadığı tüm filmler öyle. Bu da hem kendisine, hem yapımcılara, hem de aynı filmde çalışan bütün ekibe yarıyor. Bütün Hollywood kendisine oscar aldırmak için filmlerde oynatıyor ve bu maddi manevi (özellikle maddi tabii ki) Leonardo ve etrafındakilere fayda sağlıyor. Bence kariyer zirvesini The Wolf of Wall Street'te yapmıştır ama bu filmde oynadığı rol de yine hakikaten çok iyi. The Danish Girl'de kadın rolünü oynayan elemanı henüz izlemedim, onun da muazzam olduğu söyleniyor. Onun dışında bir rakip görmüyorum ve lobi'yi de hesaba katarak bu kez "en iyi oyuncu" ödülünü alacağına %100 eminim.
18 Ocak 2016 Pazartesi
Onur Savaşı
Hep öneriyorlardı ama yeni izleme fırsatım oldu. Jagten (2012). Çok acayip filmmiş. Aynı zamanda aşırı sinir bozucu. 4-5 yaşındaki bir çocuğun hayal gücüyle söylediği bir yalan yüzünden, kendi halinde bir öğretmenin hayatı nasıl alt üst olur? Çaresizlik, yıpranan sinirler, test edilen sabır.. Ekran başındaki seyirciyi bile çileden çıkaran bir durum. Muazzam bir Danimarka filmi. Ölmeden izleyin, o kadar söyleyebilirim.
Normalde filmlerin Türkçe'ye çevrilmiş isimlerinden nefret ederim, çünkü alakasız ve çoğu zaman komik şekilde Türkçe'leştiriliyor film isimleri. "Danca" dilinde olan Jagten esasen The Hunt (Av) anlamına geliyor ama Türkiye'de Onur Savaşı ismiyle gelmiş ve ilk kez güzel gelmiş. Çünkü orjinal adı hakikaten filmle pek bağdaşmıyor ve gerçekten de filmin en net özeti "Onur Savaşı".
İzlemeyen en acilinden izlesin.
17 Ocak 2016 Pazar
10 Ocak 2016 Pazar
Teatrâl Western
3 yıllık Tarantino özlemini nihayet dindirerek filmi sinemada izleyebildim. Uzun uzun film incelemesi yapmayacağım, her yerde yeterince yapılıyor zaten. Ben bayıldım. Enfes bir film. Yine klasik bir Tarantino filmi. Kurgu, hikaye anlatımı, uzun diyaloglar, tek mekan, oyunculuklar, atmosfer, kostümler.. Her şey kusursuz.
Bir çok sahnesi tiyatro tadında, uzun ama akıcı diyalogları bir an duraksamadan izliyorsunuz. En durgun ve boş sahnelerde bile bir şey olacakmış hissiyatı veriyor. Hikayenin önce ortasını, sonra başını ve sonra en sonunu anlatan muhteşem bir olay örgüsü var yine. Boku çıkarılmadan, dozunda kullanılan, Tarantino imzası şiddet sahneleri.. Seyirciyi adeta üşüten kar fırtınası atmosferi, soğuğun kapalı alana etki edişinin kusursuz anlatımı.. Özenle seçilmiş dekor, kostümler ve nesneler, Tarantino'nun bu işi ne kadar büyük bir zevk ve aşkla yaptığının kanıtı. Yine bir Tarantino klasiği olarak müziklerin (1982 - Ennio Morricone - The Thing) olaylar içine nefis yedirilmesi.. Oyunculuklar.. Samuel L. Jackson yine başı çekerken, ben özellikle Jennifer Jason Leigh ve Walton Goggins'in oyunculuklarına hayran kaldım. Leigh gerçek bir psikopat kadın nasıl oynanır dersi vermiş, her an bir manyaklık yapacağını hissediyorsunuz, rolüyle gereğinden fazla bütünleşmiş. Goggins de şov yapmış adeta. Tiyatro sahnelerini anımsatan abartılı reaksiyonları falan kusursuzdu.
Filmi izleyen %90'lık bir kitlenin beğendiğini görüyorum. Beğenmeyenlerin gerekçeleri "gereksiz uzun olmuş", "3 saat bir şey anlatmıyor, sırf gizem" gibi.. Filmi uzun diye eleştiren adamın Tarantino'dan haberi olduğundan şüpheliyim. Sinema dünyasına girdiği 90'ların başından beri filmi yedire yedire, sahneleri teatral hale getirerek anlatmayı benimsemiş ve her filmi 3 saat civarında olan adamın filmini "fazla uzun" diye eleştirmek baya komik. Filmin bir şey anlatmadığını düşünenlerin ise ne anlatılmasını beklediğini merak ediyorum. İlgi çekici bir olayı, özgün tarzda işleyen bir filmden bahsediyoruz. Ne anlatması gerekiyordu, onu anlamadım? Mesajı mı yok filmin acaba? Ben de bir film izlemiştim, gemiyle yola çıkıyorlar ve gemi batıyor. Hiçbir şey anlatmıyor. Ayrıca gereksiz uzun. Titanic miydi neydi ismi..
Velhasılıkelam.. Quentin Tarantino hakikaten sinema dünyasının başına gelmiş en güzel şey. Klişelerle, aynı tarzlarla, aynı mekanlarla ve hikayelerle, dijitalliklerle dolu sinema dünyasında öyle bir fark yaratıyor ki, haksız rekabet resmen. Bambaşka bir dünyadan bakıyor perdeye adeta.. Gerçi somut anlamda başka bir dünyadan bakıyor. Hala 1950'lerin teknolojisi olan Ultra Panavision 70 ile film çekmeye devam eden bu efsanenin -yazık ki- sadece 2 filmini daha izleyebileceğiz.
7 Ocak 2016 Perşembe
Second Clap!
Bence son yılların en iyi korku filmiydi The Conjuring. Olay çok korkmak falan değil. Ben hiç bir korku filminde ciddi anlamda çok fazla korkmadım. Bunu sinemada izlemiştim ve evet korkutucuydu. Ama klişe olan bir mevzuyu anlatış biçimleri, oyunculuk ve korkunç sahneler çok kaliteli ve orjinaldi bana kalırsa. The Conjuring dışında; The Exorcist (orjinal olan) ve The Shining'i saymazsak, gerçekten çok beğendiğim bir korku filmi daha gelmiyor bile aklıma şu anda..
Her neyse. Filmin ikincisi geliyormuş. The Conjuring 2: The Enfield Poltergeist. Haziran'da vizyona girecek. Korku severler ve benim gibi ilk filmi beğenenler için güzel haber. Baş rollerde yine Patrick Wilson ve Vera Farmiga var. Bu kez başka bir olayı çözmeye çalışıyorlar.. Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
3 Ocak 2016 Pazar
1 Ocak 2016 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)