29 Aralık 2016 Perşembe

Max Vatan


Allied, özellikle fragmanıyla benim beklentimi biraz fazla yukarılara çekmiş olabilir. Nefis hikaye, güzel de film olmuş, ancak beklendiği etkiyi yaratamadı bence. Ne bende, ne de sinema dünyasında.. Net şekilde 7 puanlık bir film.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Oui, je fais

27 Kasım 2016 Pazar

iPhone 5 ile Hollywood filmi çekmek


Çok acayip bir film izledim az önce. 2015 yapımı Tangerine. Muhtemelen hepiniz ilk kez duyuyorsunuz. Haklısınız da. Zaten her şeyiyle çok acayip bir film. 

Üstteki "set" fotoğrafında da görebileceğiniz gibi, filmin tamamı iPhone 5s ile çekilmiş. Ve tek bir günde bütün çekimleri tamamlanmış. Zaten tek günü içeren bir hikaye ve sabah başlayıp gece sona eriyor. Los Angeles'ta yaşayan iki travestinin başından geçen enteresan olayları anlatıyor. LA'in o şaşalı, zenginlikler ve gösterişle dolu dünyasının dışında kalan arka sokaklarına odaklanıyoruz filmde. Transeksüeller, fahişeler, uyuşturucu batakları, fakirliğin ve hayal kırıklığının dibi.. Ben zaten her türlü tercihe ve inanışa saygı duyan bir adamım, ancak insanın özellikle transeksüellerin hayatına daha da bir anlayışla bakmasına sebep oluyor film. Alışılagelmiş filmlerde kurban veya komedi öğesi olarak kullanılan transların hayatının tam ortasına kadar girmemize yardımcı oluyor film. Ve olaylar kesinlikle ilgi çekici.

Farklı, çok farklı ve izlenesi bir film kesinlikle.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Ray-Mac


23 Eylül 2016 Cuma

Pure Beauty

 

21 Eylül 2016 Çarşamba

Tom "fucking" Hardy


Legend filmi çok uzun süredir listemde, hatta bilgisayarımdaydı. Sıra gelmemişti. Geçen gün nihayet izlemeye karar verdim ve 13 GB'lık hakiki bluray olan filmi izlemeye başladım. Ve film beni ilk dakikasından itibaren içine almaya başladı.

Çok etkileyici bir senaryosu yok, hatta bolca hikaye kopukluğu bile var. Pek sürpriz yok, aksiyon çok sınırlı, tempo sorunu var. Peki neydi beni çeken? 1960'ların Londra atmosferi harikaydı bir kere. Kıyafetler müthişti. Ağır Doğu Londra aksanını ve küfürleri ağzımdan sular akıtarak dinledim film boyunca. Filmde geçen gangsterlik olayı da klişelerden uzak ve eğlenceli bir şekilde anlatılıyor.


Ve tabii Tom Hardy.. Çok iyi filmlerini, oyunculuklarını izledik ama burada başka bir düzeye ulaşmış. En iyi filmi değil tabii ki ama bence oyunculuk olarak zirvesi. Kray kardeşleri, daha doğrusu ikizleri tek başına canlandırıyor. Ben ikisini de Hardy'nin canlandırdığından 20. dakikada falan şüphelendim ve bakınca gerçekten de öyle olduğunu anladım. Ki gerçekten enfes. Hipnotize etkili İngiliz aksanı, tavırları, sürekli giydiği takım elbisesi ve karizmasıyla filmi baştan sonra -abartısız- tek başına götürüyor.

Film, derin yan karakterler, vurucu bir senaryo ve daha çarpıcı bir final ile 8-8.5 puanlık bir film olabilirmiş rahatlıkla. Ama o fırsat tepilmiş. Filmden Tom Hardy efsanesini çıkardığınızda zaten geriye pek bir şey kalmıyor. Ama sırf onun için bir kez daha bile izleyebilirim. O derece.


15 Eylül 2016 Perşembe

God


Youth filminden bahsetmiştim kış aylarında. Yazının başında da malûm sahnenin fotoğrafı vardı hatta. Az önce o sahnenin kendisine denk geldim internette. Filmde kainat güzelinin (Madalina Diana Ghenea) otele geldiği ve bizim yaşlı ikilinin içinde olduğu termal havuza çırılçıplak adım attığı meşhur sahne. Hatun hakikaten moral bozucu derecede iyi de, esas replikler efsane. 

- Who is she?
+ God.

8 Eylül 2016 Perşembe

Korku-Gerilim


Özellikle Amerikan sinemasının en büyük sorunu bence korku ve komedi dalında yeterince kaliteli film çıkaramamaları. Dram, aksiyon, biyografi, romantizm konusunda çok başarılılar ancak bu iki tür malesef çok kısır. Hal böyleyken de seyrek çıkan kaliteli filmler daha da kıymetli hale geliyor.

Geçenlerde "hangi filme gitsem?" diye düşünürken vizyonda olduğunu gördüğüm korku-gerilim filmi Don't Breathe'den de bu nedenle çok umutlu değildim ilk anda. Sonra IMDb puanını görünce bir afalladım. Baktığımda yeni çıktığı için 8'di, şu an ise 7,6. Hemen gitmem gerektiğini fark ettim tabii. Önce fragmanını izledim, o da baya etkileyici. Ama siz izlemeyin. Biraz spoiler yiyorsunuz çünkü, fragmanı izlemeden film izlenirse çok daha zevkli olur. Film ise bu türde son yılların kesinlikle en iyilerinden..


Bir kere çok orjinal. Kurgu da, hikaye de öyle.. Filmin olayı asker emeklisi kör bir adam üzerine kurulu. Adamın, evindeki 1 milyon dolar nakit parayı çalmak için gece yarısı evine giren 3 gence hayatı zindan edişini ve film boyunca karşımıza çıkan sürprizleri izliyoruz. Cin, peri yok.. Tamamen gerçekçi. Daha fazla anlatıp spoiler vermek istemiyorum ama cidden çok beğendim. Bayılarak izlediğim The Conjuring 2'den hemen iki ay sonra bir kaliteli korku filminin daha gelmesi büyük sürpriz oldu benim için.

Filmde, lkinci film için de temellerin atıldığını hissedebiliyorsunuz. Amerika'da 2 hafta boyunca liste başıydı. Dünya genelinde de çok beğenildi. Bu da demek oluyor ki, ikincisi kesin gelecek. Ne zaman gelir, nasıl olur bilinmez ama ilkinin hatrına her türlü beklenir.

7 Eylül 2016 Çarşamba

Margot "fucking" Robbie

28 Ağustos 2016 Pazar

May kiss

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Lezzetli


Bu film için yapabileceğim en doğru tanım, en kısa haliyle budur. Hani daha önce hiç denemediğiniz, farklı bir yemeğin tadına bakarsınız.. Şimdiye kadar ondan çok daha lezzetli bir sürü yemek yemişsinizdir ama farkı ve tadı size keyif verir, etkiler. İşte öyle bir film Café Society. Kusursuz değil, efsane değil, en iyi değil. Ama çok lezzetli.

Aksiyon yok, gizem yok, türünde yazdığı gibi komedi de pek var sayılmaz. Kağıt üzerinde kendini izletecek pek bir şey vaad etmiyor film aslında. 30'lu yılların New York ve Hollywood'u, eski kırık ve kibar İngilizce, müthiş detaylandırılmış elbise ve mekanlar.. Tüm bunlar, hikayenin bütünü ve filmdeki tüm o ihtişamlı hayatlara rağmen anlatımın naifliğiyle birleşince.. 81 yaşındaki Woody Allen yine populizm endişesinden uzak, kalite kokan, klas bir filme imza atmış.

Bu arada enteresan bir bilgi.. Filmde Steve Carrell yerine Bruce Willis oynuyormuş. Hatta çekimlere onunla başlanmış. Ama setlerdeki umursamazlığı ve replikleri sürekli unutması sebebiyle Woody Allen tarafından kovulmuş. Bence isabet de olmuş. Steve Carrell'a da ayrı bir parantez açmak gerek. Eğlencelik (popcorn) filmlerle ün yapmıştı ama son yıllarda tamamen ciddi rollere bürünmeye başladı ve çok daha iyi bir aktör olduğunu farklı yollardan da kanıtlamış oldu.

19 Ağustos 2016 Cuma

Çocuk ve Savaş


Dün Suriyeli çocuğun bu fotoğrafı ve bize insanlığımızı sorgulatan videosu hepimizin aklına kazındı. Twitter ve Facebook'ta gün boyu paylaşılarak çocuğun surat ifadesi resmen bilinç altımıza işledi, ezberimize kazındı. Bu konuda söylenecek çok şey var, bir o kadar da hiçbir şey.. Herkes çok şeyler söyledi, kimisi de hiçbir şey. Biz paylaşımlarımızı yapıp sahte üzüntülerimizi takipçilerimize yansıttıktan sonra yine hayatımıza devam ettik. Ben de ettim. İşten çıkıp akşam eve gittim. Duş alıp, bir şeyler yiyip, internette gezindikten sonra film izlemeye koyuldum.

Tesadüfün bu kadarı olacak, ki hakikaten de tesadüf. Listemin ilk sırasında Eye in The Sky diye bir film vardı. Filmin konusu ne biliyor musunuz? Savaşın ortasında kalan minik bir çocuk. Tabii içinde fazlasıyla politik ayrıntı, fazlasıyla üst örtmece, fazlasıyla rant kavgası var. Tıpkı gerçekte ve yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi. Filmde Afrika kıt'asının en çok aranan 3 azılı suçlusu ve yola çıkmak üzere olan 2 canlı bomba aynı evde toplanıyor, Amerikan ve İngiliz askerleri hepsini öldürmeye ve olası bir intihar saldırısını engelleyip, yüzlerce insanın ölümünü engellemeye yelteniyor. Ama bombalayacakları evin dibinde küçük bir kız çocuğu ekmek satıyor. Bu yüzden de iş, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Son derece sürükleyici, heyecan ve merakla kendini izleten bir film. Gerçekçiliği tartışılır. Irak'ta 1 milyon sivili gözünü kırpmadan öldüren insanlar, 1 tane çocuğun ölümünü engellemek için bu kadar mesai yapar mı? Sanırım hayır. Ama mevzu aslında bu değil. ABD, İngiltere veya Mozambik fark etmez. Filmi insan olarak izleyip, olanları da gerçek olarak kabul etmek hiç zor değil. Efsane değil, ama görülmesi gereken bir film.


Filmin sonunu anlatmayacağım tabii ki ama, filmi de izledikten sonra bu Suriyeli çocuğa biraz daha uzun baktım. Fotoğraflarına, videolarına.. Yapılan yorumlara. Çünkü ilk baktığımda ilistürasyon gibi gelmişti. Yani demek istediğim şu.. Her gün ölen, kıyıya vuran, parçalanan çocukları duyup görüyoruz. Bizim için sıradanlaştı malesef. Tıpkı ülkedeki terör ölümleri gibi. Hepsi aynı önemde, hepsi aynı değerde elbette. Bu sadece yaralanan bir çocuk neticede. Esasen çok daha kötüleri her gün ölüyor, parçalanıyor, çok daha ağır yaralanıyor. Ama bu çocuğun ifadesi aslında hepsini bize anlatıyor. Uzun uzun, saatlerce, sayfalarca, günlerce..

Savaşın tam ortasında. Enkazdan çıkmış. Yanında anne yok, baba yok. Bir daha da hiç olmayacaklar. Belki ne olduğundan bile haberi yok. Yaralandığından bile.. Tek başına, öylece oturuyor. Suratının sol tarafı kötü durumda, parçalanmış. Orayı ellediğinde kan olduğunu fark edip şaşırıyor. Kanı çaktırmadan oturduğu yere sürüyor. Ağlamıyor bile. Ağlayamıyor. Çünkü ağlasa umursayacak, teselli edecek kimse yok.


Hepimizin suçu var bunda. Liderlerin, milyar dolarları olan godamanların, orta sınıf işçinin, senim, benim, karşı komşunun, bakkalın.. Herkes suçlu bu halde olduğumuz için. İnsanoğlu suçlu. Ben o yüzden inanmıyorum cennete, cehenneme. Ben bu hayattaki şeyleri gördükten sonra hiç bir tanrı beni cennete, cehenneme inandıramaz.

16 Ağustos 2016 Salı

Suicide Squad - (Margot Robbie + Will Smith) = 0


Suicide Squad çeşitli ülkelerde vizyona girdikten sonraki yorumlar ve IMDB puanının düşük kalmasını "aşırı beklenti"ye yormuştum. Ama hakikaten kötü filmmiş yahu. Zaten süper kahraman filmlerinden pek haz etmem. Deadpool ile bu ön yargımı biraz kırmıştım. Bunu da o lezzete yakın, şakası bol olarak düşündüğüm için daha farklı bir beklentiye soktum sanırım kendimi. Gerçi Deadpool çok başka bir seviye. Bir süper kahraman filminden çok daha ötesi. Neyse.

Açıkçası ben fragmanın neredeyse tamamen Harley Quinn odaklı olduğunu görünce filmi de o çizgide ilerliyor sanmıştım. Ki öyle olsaymış çok daha güzel olacakmış belli ki. Yapımcılar film bittikten sonra bir boka benzemediğini anlayınca fragmana dayamışlar Harley'i. Filmi götüren de zaten Harley Quinn rolündeki Margot Robbie'nin güzelliği ve rolüne kattığı sempatikliği. Biraz da klişe hikayeli Deadshot rolündeki Will Smith idare ediyor maçı, o kadar. Bu ikiliyi çıkardığınızda 3. sınıf bir fantazi filmiyle baş başasınız.

Filmde kesilen çok sahne olduğu söyleniyor. Zaten fragmanda gördüğümüz bazı sahneler de filmden çıkarılmış. Joker'in bir çok sahnesinin kesildiğini biliyoruz, ki bana göre Jared Leto gayet de güzel Joker oynamış. Kesilmese ve hatta biraz daha o role ağırlık verilse daha iyi olabilirmiş.

Kısacası bir süper kahraman filminden çok, kötü adam rolünde büyücülerin, ruhani varlıkların ön planda olduğu, hangi karakterlere odaklanması gerektiğini kestirememiş kötü bir fantazi filmi olmuş Suicide Squad. Bu tarz şeylere bayılıyorsanız, vaktiniz  de çoksa gidin deneyin. Dünyanın en kötü filmi olmasa gerek.

Bir dokundurma da 3D'ye yapmak istiyorum. Bu saçmalık artık azalarak bitmeli. Filmde 3D'lik tek bir sahne yok desem yeridir. Ve malesef ki 3D izlemekten başka şans sunulmadığı için zorla izlemek zorunda kaldık. Ben 3D olayını komple gereksiz bulurken, bir de böylesine 3 boyuta hiç ihtiyaç duyulmayan bir filmde bunun dayatılması saçmalıktan başka bir şey değil.


Fakat Margot Robbie.. Film boyunca "tatavayı bırakın da Harley Quinn'li sahnelere gelin" modundaydım. Ona yeterince vakit ayrılmaması büyük hata ve bence pişmanlık. Dediğim gibi fragmanların ona odaklı olmasından bu pişmanlığı anlayabiliyoruz. Ayrıca bir Harley Quinn projesinin planlandığı duyurulmuştu ama çıkması için baya beklemek zorundayız sanırım. Bir daha asla DC filmine gitmem ama tamamen Harley Quinn odaklı, Margot Robbie'nin oynadığı bir film yapılırsa gidebilirim.

14 Ağustos 2016 Pazar

Kupa Beyi



10 Ağustos 2016 Çarşamba

WTF?


İzlerken ve özellikle de bittiğinde "hassiktir bu neydi şimdi?" dediğiniz filmler vardır. Buna uygun aklıma gelen en meşhur örnek David Lycnh piskopatının Mullholland Drive'ı. Tarz olarak aynı diyemem ama nasıl aktığını, nelerin anlatılmak istendiğini tam olarak anlayamadığınız, anlatılmak istenenin aşırı derecede marjinal şekilde anlatıldığı ender filmlerden biriydi. O tür filmler genelde "mindfuck" olarak adlandırılır, konunun ne olduğu bile tam olarak belli değildir. Bu filmde farklı olarak konu belli. Hatta biraz klişe bir konu. Ama ilerleyiş ve anlatım, ayrıca anlatımdaki "ofansiflik" çok acayip. Ofansiflikten kasıt nedir? Vallahi filmde şiddet, çıplaklık, vahşet, hatta pedofili ve nekrofiliye kadar her türlü iğrençlik var.


Filmin odağında, baş döndürücü derecede güzel olan 16 yaşındaki taşralı Jesse* var. Los Angeles'a gelerek model olmak ve güzelliğiyle para kazanmak istiyor. Sonra bu güzelliğini çekemeyen rakiplerine, moda ve modellik dünyasının inceliklerine ve taşralı kızımızın şöhretle birlikte gelen ani değişimine parmak atıyor film. Konu açık, net ve hatta klişe. Ama film pek öyle değil. Konu sıradan olunca, filmi son derece marjinal hale getirmek, görüntü yönetmeninin sapkınlığına kalıyor.

Biraz ağır ilerliyor, ama değişik şeyler izlemeyi seviyorsanız ve bittiğinde "bu neydi ki şimdi?" demek hoşunuza gidiyorsa seveceğinize eminim. Biraz Mulholland Drive, biraz Black Swan, biraz Fight Club, biraz Drive, biraz Parfume.. Tüm bu filmlerden ufak ufak tarz sıçramaları hissettim ben. Ve notum gayet olumlu.


* Daha önce Jennifer Lawrance ile ilgili meşhur ön görümü blogun emektar okuyucuları hatırlayacaktır. Benzer bir tahmini, filmin baş rolü Elle Fanning için yapıyorum. 98 doğumlu bu körpe kızımızın Jennifer ablası kadar olmasa bile önemli yerlere geleceğini hissediyorum. Güzellik olarak Lawrance'dan çok önde bana kalırsa. Oyunculuk olarak da bu filmde sergilediği rolü çok başarılı buldum, potansiyeli yüksek. Adından sıkça söz ettireceğinden eminim.

17 Haziran 2016 Cuma

Bludfire


13 Haziran 2016 Pazartesi

Utanıyorum


1 Haziran 2016 Çarşamba

Günaydın

26 Mayıs 2016 Perşembe

Geleneksel


Fanatik'in manşeti..  Çocukken gazetelerde hep bu manşeti görürdüm, 27 yaşına geldim durum hala aynı. Rezalet bir sezonu kupayla kapayabilen Galatasaray, nihayet biraz olsun yüzümüzü güldürdü.

29 Şubat 2016 Pazartesi

Popcorn

26 Şubat 2016 Cuma

'Ma


Oscar hafta sonuna girilirken en iyi film dalındaki bir filmi daha izlemiş oldum. İzlemediğim tek film Brooklyn kaldı, onu da Nisan'da sinemaya girince izleyeceğim. Bilgisayardan izleyip ziyan etmek istemiyorum.

Çok sağlam bir filmmiş Room. Bu sene ortalama olarak çok yükseklerde değiliz film konusunda ama, bu sene nazarında bence Spotlight ve The Revenant ile birlikte yılın en iyi 3 filminden biri. Hatta benim ilk dakikadan bitime kadar en ilgiyle ve merakla izlediğim filmdi. Hikaye gereğinden fazla özgün ve ilgi çekici. Ufaklığın oyunculuğu şok edici derecede iyi ve etkileyici. Film boyunca boğazınızın şurasında bir yumrukla izliyorsunuz filmi ve devamlı filmin içine atlayıp olaylara müdahale etmek istiyorsunuz.

Kusursuz değil tabii ki. Veya çok efsane bir film mi, değil tabii ki. Eksik yanları yok mu, var. Kurguda atlamalar ve ciddi boşluklar var, yansıtılamayan bazı etkiler var. Bazı bilinmeyenler çok yüzeysel ve aceleye getirilerek açıklığa kavuşturulmuş. İkinci yarıda inandırıcılığı zayıf olan mevzular var. Film 2 buçuk saate çıkarılıp daha detaylandırılarak işlenebilirmiş. Spoiler vermemek adına fazla detaylandırmıyorum. Ama tüm bunlar, rahatlıkla görmezden gelinebiliyor. Zaten o eksikler de olmasa, film biraz daha sağlam yapılar üzerine oturtulsa, 9.5 puanlık bir baş yapıt olabilme potansiyeline fazlasıyla sahip.

Hepsi bir kenarı, güzel film.. Çok etkileyici sahneler ve yumruk gibi replikler var. Nefis bir konu var. Efsane bir çocuk oyuncu var. Çok iyi bir kadın oyuncu var. Çok güzel film. İzleyin.

19 Şubat 2016 Cuma

Lili


Nihayet izleyebildim. Çok harika bir film değil elbette ama hikaye ve oyunculuklar muhteşem. Bol bol empati yaptıran bir film. Özellikle adamdan ziyade kadının durumu düşündürdü beni film boyunca. İkisi de enfes oyunculuklar sergilemişler. Hikayede ve filmin ilerleyişinde yer yer boşluklar var. Zaten onlar da olmasa mükemmel bir film olabilirmiş.

Bu arada, filmi izlerken "acaba kadın oyuncuları özellikle güzellik kriterine göre mi seçtiler" diye düşündüm. Filmde çirkin kadını bırakın, "çok güzel"in altında kadın yok. Uzun zamandır bende böyle bir algı bırakan film olmamıştı. Filmde az veya çok görünen istisnasız bütün kadınlar inanılmaz güzel.

İzleyin. Güzel film.

18 Şubat 2016 Perşembe

Dövmeli #37


15 Şubat 2016 Pazartesi

Hz.

14 Şubat 2016 Pazar

"Ya aslında güzel de burda kötü çıkmış"

Ofpof sitesi güzel bir liste hazırlamış, ellerine sağlık. Ben de burada paylaşmak istedim. Gerçekte güzel/yakışıklı olan oyuncuların, oynadıkları roller için nasıl çirkinleştiklerini gösteren, güzel bir liste olmuş. Liste Ofpof'tan, fotoğrafları ben kendim derledim. Ona göre.

Cameron Diaz - Being John Malkovich

Havier Bardem - No Country For Old Men

Charlize Theron - Mad Max: Fury Road

Nicole Kidman - The Hours

Kristen Wiig - Saturday Night Live (Dizi)

Tom Cruise - Tropic Thunder

Gwyneth Paltrow - Shallow Hal

Judy Greer - Arrested Development

Rooney Mara - The Girl with the Dragon Tattoo

Christian Bale - The Machinist

Vanessa Hudgens - Gimme Shelter

Emma Thompson - Nanny McPhee

13 Şubat 2016 Cumartesi

Sin City


Sin City filminin yayınlanmasına izin verilmemiş olan posteri. Nedenini tam olarak bilmiyorum, aşırı cinsellik içerme gibi bir durum da yok ama zamanında bunun resmi posterlerden biri olarak kullanılmasına izin vermemişler. Bu da böyle gereksiz bir bilgiydi.

Hat

12 Şubat 2016 Cuma

Ayran


Evet, hepimiz özledik yaz mevsimini.

11 Şubat 2016 Perşembe

Irkçılık: Amerika'nın bir türlü ölmeyen virüsü


Geçmişten bugüne, Oscar ödüllerine aday gösterilenler içinde siyahi oyuncuların her zaman çok az olması, hatta son iki senede hiç bir zencinin aday bile gösterilmemesi tüm dünyada büyük tepkiye sebep olmaya devam ediyor. Hollywood'un ünlü kadın oyuncuları; Jennifer Lawrance, Cate Blanchett, Jane Fonda ve Viola Davis başta olmak üzere toplam 13 aktrist, simsiyah giyinerek aynı karede İngiliz magazin dergisi Vanity Fair için verdikleri poz ile bu gidişatı protesto ettiler. 

Oscar ödülleri tarihinde oyunculuk dalında ödül kazanan siyahi oyuncu sayısı sadece 5. Hakikaten şaka gibi. Zaten ödülü veren 7 bin kişilik akademinin sadece 500'ü zencilerden oluşuyor. Ve yaş ortalaması 62. Galatasaray Divan Kurulu gibi. Yani muhtemel bir eski kafalılıktan kurtulamama, kasıtlı olmadan bile olsa ırklardan etkilenme durumu var gibi duruyor.. Morgan Freeman, Samuel Jackson gibi adamların oyunculuk dalında Oscar alamamış olması resmen komedi. Bu adamlar beyaz olsaydı durum ne olurdu, tahmin etmek çok da zor değil. Örneğin bu sene Samuel Jackson'ın The Hateful Eight'teki rolüyle Oscar'a aday olamamasını herhangi bir mantığa sığdırmak imkansız. 


Geçtiğimiz aylarda da Will Smith, eşi Jada Pinkett Smith ve Spike Lee, ayrıca neredeyse tüm zenci oyuncular Oscar'ı bu sebeple boykot ettiklerini ve bu seneki törene katılmayacaklarını açıklamışlardı. Hemen ardından Michael Moore, George Clooney gibi oyuncular da bu durumun kasıtlı olduğunu dile getirerek tepki verdiler. Geçtiğimiz yılki törende %16'lık bir izlenme oranı düşüşü yaşandıktan sonra bu seneki törenin nasıl geçeceğini hepimiz merak ediyoruz. 

Ana konumuza geri dönersek.. Uzay çağına geldiğimiz ve duyarlılığın hat safhada olduğu günümüzde ırkçılık belasından hala kurtulabilmiş değiliz. Bu pisliğin olmadığı bir ülke yok. Hatta Dünya'da bence ırkçılığın en fazla olduğu ülke kesinlikle Amerika. Tam tersi gibi gözükse de, ırkçılık karşıtı yüzlerce film, dizi, kampanya yapılsa da, hatta en çok orada eleştirilse de, Birleşik Devletler'in kanındaki bu ırkçılık virüsünü bir türlü öldüremediler ne yazık ki.