30 Eylül 2008 Salı
Helal olsun ulan!
Nedense hiçbir yerde bahsedilmiyor bu olaydan. Sabah ve Fotomaç gazetelerini hergün kesin alır, baştan sona okurum, ikisinde de rastlayamadım mesela. Pazar günü Ali Sami Yen'de muhteşem bir güzellik yaşandı. Konyasporlu Erhan Albayrak golü attıktan sonra, kapalının önüne gelip merhum Alpaslan Dikmen'in pankartını Cimbom taraftarına göstererek, resimdeki hareketi yaptı: "Acınızı paylaşıyorum." ('Paylaşıyoruz' diyemedim, çünkü arkadaşları pek oralı değiller sanırım)
Öyle alışmışız ki sahalarda Ömer Çatkıç'ları izlemeye, Erhan Albayrak gibiler çok özel geliyor böyle durumlarda. Helal olsun yani. Sami Yen'de Galatasaray'a gol atmışsın ve o durumda bunu yapabilmeyi düşünüyorsun, bravo valla.
Aragones?
Fenerbahçe'nin durumu belli. İstatistikler bir yana, top bile oynamıyor Fenerbahçe. Düzelecek gibi de değil gelecekte bu durum.
Geçmiş sezondan neler değişti bir bakalım... Aurelio ve Kezman ayrıldı; Emre, Guiza ve Josico takıma katıldı(önemlileri yazdım sadece...). Kezman'ı arayacak hali yok bu takımın. Forvette açılan boşluğa teknik direktörün istediği adam alınmış, kaldı ki herif İspanya'nın Gol Kralı olmuş geçtiğimiz sezon. Orta sahaya yine hocanın istediği başka bir İspanyol alınmış. Tabii bir de Emre gibi Türk Milli Takımı'nın sayılı kaliteli oyuncularından biri alınmış. Tek önemli kayıp var, o da Aurelio. Peki geçtiğimiz sezonla, bu sezon arasındaki farkın bu kadar büyük olmasının sebebi sadece Aurelio olabilir mi?
Zico fazla eleştirildi de, resmen Zico'yu arıyor şuan Fenerbahçe. Aragones'in teknik direktörlüğünü bilmem, bilemem ama birşeyi biliyorum, o da acayip büyük bir yanlışı olduğu: İspanya'yla, Türkiye'yi bir tutması...
Öncelikle Aragones'in sistemini gördük EURO 2008'te. Cidden şiir gibi oynuyordu İspanya. Sahanın her yerinde koşan herifler vardı, Torres ve Villa birbirleriyle 'sen at abi'cilik oynuyorlardı, hepsinden önemlisi o kimsenin güvenmediği İspanya, turnuvanın sonunda Şampiyon oluyordu. Buraya kadar herşey güzel. Aragones şampiyon takımın hocası, ismi var, o da güzel. Ama ne kadar büyük bir saçmalıktır şu yaptığı... İspanya'daki taktikle FB'yi yönetmek. Türk futbolunun eksilerini, artılarını göz önünde bulundurmamaktır bu. İspanyolların oynadığı topu, Türk'lerinkiyle bir tutmaktır bu. İniesta'yla Semih'i, Maldonado'yla Senna'yı, Torres'le Guiza'yı bir tutmaktır bu. Saçmalık! Siz şimdi gidip bir Türk takımına 'Haydi Brezilya stili oynuyoruz arkadaşlar, samba yapacaksınız adeta sahada.' diyebilir misiniz yahu... Can Arat'ın topu nasıl çıkartacağını düşünüyor savunmadan, var mı öyle bir tekniği? Alex'in mi İniesta gibi oraya buraya koşmasını bekliyor bu adam? Türk'ler fiziğiyle oynar, akıllarıyla değil. İspanyolların saha görüşüne, İngilizlerin pas kabiliyetlerine, Brezilyalıların tekniklerine, İtalyanlarının savunmasına sahip değiliz. Herkesin kendine özel bir karakteristiği vardır, bunu bozamazsın ki sen.
İspanya dışındaki ilk senesini 70 yaşında geçiren bir adam sonuçta. 40 yıllık teknik direktör... Şaşırdığımı söyleyemeyeceğim pek. Bunu getiren-uyarmayan yönetimde, 2 ay boyunca şişiren basında hata. Baştan kokmuştu zaten.
Şimdi ne olur?... Cidden çok kritik bir dönem FB yönetimi için. Aziz Yıldırım'ın seneye aday olup olmayacağı konuşuluyor. Bu vereceği kararda yapılacak olası bir hata, ona aday olsa bile koltuğu göstertmez. 2 seçenek var elbette: ya Aragones gider, yada Aragones kalır. Çok zor karar vermesi, ben epey düşündüm. Bana kalırsa Aragones kredisini tüketti. Bunun nedeni kaybettiği birkaç maç değil, kaldı ki ben teknik direktörlerin en azından 3-4 ay boyunca denenmesi gerekildiğini düşünen biriyim. Ama Aragones için durum farklı, kredisini tüketmesinin sebebi de yukarıda bahsettiğim yanlış yoldan bir türlü dönememesi. Çabalasa ayrı ama yok. Lakin kovmak o kadar da kolay değil. Öncelikle büyük bir tazminat vardır işin ucunda. O şampiyonluk ünvanını alan, 70 küsür yaşındaki bir yabancı, Türkiye'ye kolay kolay gelmez. Bu tazminat büyük etkendir, del Bosque örneği varken hazır. İkinci etkense her ayrılıktan sonra oluşan doğal boşluk, yani yerine kimin geleceği... Yabancı istesen zamanı geçti gelmez, yerli istesen piyasada o kalitede adam yok.
İşte, çelişkilerle dolu bir durumda şuan FB yönetimi. Büyük ihtimalle birkaç maç daha beklerler ve kritik kararı -bu sayılı maçtan çıkan sonuçlara göre- verirler. Ama şimdiden 4 mağlubiyet aldıklarını düşünürsek, bu tanınacak 'birkaç maçlık' süre, FB'nin yarılştan erken kopmasına sebep olabilir, göreceğiz.
Şimdi mikrofonu size uzatıyorum. Siz olsanız ne yapardınız? Anketi koydum, yorumlara da görüşlerinizi yazabilirsiniz.
Geçmiş sezondan neler değişti bir bakalım... Aurelio ve Kezman ayrıldı; Emre, Guiza ve Josico takıma katıldı(önemlileri yazdım sadece...). Kezman'ı arayacak hali yok bu takımın. Forvette açılan boşluğa teknik direktörün istediği adam alınmış, kaldı ki herif İspanya'nın Gol Kralı olmuş geçtiğimiz sezon. Orta sahaya yine hocanın istediği başka bir İspanyol alınmış. Tabii bir de Emre gibi Türk Milli Takımı'nın sayılı kaliteli oyuncularından biri alınmış. Tek önemli kayıp var, o da Aurelio. Peki geçtiğimiz sezonla, bu sezon arasındaki farkın bu kadar büyük olmasının sebebi sadece Aurelio olabilir mi?
Zico fazla eleştirildi de, resmen Zico'yu arıyor şuan Fenerbahçe. Aragones'in teknik direktörlüğünü bilmem, bilemem ama birşeyi biliyorum, o da acayip büyük bir yanlışı olduğu: İspanya'yla, Türkiye'yi bir tutması...
Öncelikle Aragones'in sistemini gördük EURO 2008'te. Cidden şiir gibi oynuyordu İspanya. Sahanın her yerinde koşan herifler vardı, Torres ve Villa birbirleriyle 'sen at abi'cilik oynuyorlardı, hepsinden önemlisi o kimsenin güvenmediği İspanya, turnuvanın sonunda Şampiyon oluyordu. Buraya kadar herşey güzel. Aragones şampiyon takımın hocası, ismi var, o da güzel. Ama ne kadar büyük bir saçmalıktır şu yaptığı... İspanya'daki taktikle FB'yi yönetmek. Türk futbolunun eksilerini, artılarını göz önünde bulundurmamaktır bu. İspanyolların oynadığı topu, Türk'lerinkiyle bir tutmaktır bu. İniesta'yla Semih'i, Maldonado'yla Senna'yı, Torres'le Guiza'yı bir tutmaktır bu. Saçmalık! Siz şimdi gidip bir Türk takımına 'Haydi Brezilya stili oynuyoruz arkadaşlar, samba yapacaksınız adeta sahada.' diyebilir misiniz yahu... Can Arat'ın topu nasıl çıkartacağını düşünüyor savunmadan, var mı öyle bir tekniği? Alex'in mi İniesta gibi oraya buraya koşmasını bekliyor bu adam? Türk'ler fiziğiyle oynar, akıllarıyla değil. İspanyolların saha görüşüne, İngilizlerin pas kabiliyetlerine, Brezilyalıların tekniklerine, İtalyanlarının savunmasına sahip değiliz. Herkesin kendine özel bir karakteristiği vardır, bunu bozamazsın ki sen.
İspanya dışındaki ilk senesini 70 yaşında geçiren bir adam sonuçta. 40 yıllık teknik direktör... Şaşırdığımı söyleyemeyeceğim pek. Bunu getiren-uyarmayan yönetimde, 2 ay boyunca şişiren basında hata. Baştan kokmuştu zaten.
Şimdi ne olur?... Cidden çok kritik bir dönem FB yönetimi için. Aziz Yıldırım'ın seneye aday olup olmayacağı konuşuluyor. Bu vereceği kararda yapılacak olası bir hata, ona aday olsa bile koltuğu göstertmez. 2 seçenek var elbette: ya Aragones gider, yada Aragones kalır. Çok zor karar vermesi, ben epey düşündüm. Bana kalırsa Aragones kredisini tüketti. Bunun nedeni kaybettiği birkaç maç değil, kaldı ki ben teknik direktörlerin en azından 3-4 ay boyunca denenmesi gerekildiğini düşünen biriyim. Ama Aragones için durum farklı, kredisini tüketmesinin sebebi de yukarıda bahsettiğim yanlış yoldan bir türlü dönememesi. Çabalasa ayrı ama yok. Lakin kovmak o kadar da kolay değil. Öncelikle büyük bir tazminat vardır işin ucunda. O şampiyonluk ünvanını alan, 70 küsür yaşındaki bir yabancı, Türkiye'ye kolay kolay gelmez. Bu tazminat büyük etkendir, del Bosque örneği varken hazır. İkinci etkense her ayrılıktan sonra oluşan doğal boşluk, yani yerine kimin geleceği... Yabancı istesen zamanı geçti gelmez, yerli istesen piyasada o kalitede adam yok.
İşte, çelişkilerle dolu bir durumda şuan FB yönetimi. Büyük ihtimalle birkaç maç daha beklerler ve kritik kararı -bu sayılı maçtan çıkan sonuçlara göre- verirler. Ama şimdiden 4 mağlubiyet aldıklarını düşünürsek, bu tanınacak 'birkaç maçlık' süre, FB'nin yarılştan erken kopmasına sebep olabilir, göreceğiz.
Şimdi mikrofonu size uzatıyorum. Siz olsanız ne yapardınız? Anketi koydum, yorumlara da görüşlerinizi yazabilirsiniz.
NBA Preview - Houston Rockets
NBA Preview'e Houston Rockets'la devam ediyoruz...
Geçen sene taraftarlarına hüsran yaşatan takımlardan biriydi Houston Rockets... Beklentileri bir türlü karşılayamıyorlar. Ming ve T-Mac'in olduğu bir takımdan elbette daha yüksek dereceler bekleniliyor. Kaldı ki, bu takım sadece bu 2 yıldıza sahip değil, Battier-Scola-Alston vb. adamlar da o kadar küçümsenmemeli. Geçen senenin eksiklerinden başlayalım.
En büyük değişiklik, koç değişikliğiydi Rockets'ta geçtiğimiz sezon. Van Gundy yerine Adelman geldi. Koç değişiklikleri hemen etki göstermez NBA'de. Zira sistemler, futboldaki gibi hemen alışalısı şeyler değiller. Bundan öte, o koç kendi sistemine uygun olan adamları monte etmeye çalışır, olmayanları da ne yapar eder takımdan atar. Kolay değil yani koç değiştirmek. Adelman'ın da ilk senesi -bana göre- önemli değildi. Yao-McGrady ikilisinin yaşları göz önünde bulundurulduğunda saçma gelebilir tabii ama elde olan birşey değil bu sonuçta, koç değiştiriyorsan sonuçlarına da katlanacaksın. Nitekim sezona epey durgun başladı Houston. Değişen hiçbir şey yoktu sonuç bakımından. Yine de Adelman'ın etkileri gözüküyordu: takım hücum yapmayı resmen özlemişti Van Gundy yönetiminden sonra. Houston'da başarılı savunma oyuncusu yoktu. Bir Battier, bir de içeride didinen Hayes-Landry. Eh, durum böyle olunca da takıma savunma anlayışını yerleştirmek saçmalığın daniskası oluyordu. Tam potansiyelini buldu Houston Adelman'la. Ancak sürpriz bir vakitte!
Yıldızlarının sakat olduğu, kimsenin beklemediği bir süreçte Houston tam 22 galibiyet aldı, ardarda! NBA gibi bir yerde şu tarz bir istatistiği yakalamak olağanüstü bir iştir. Ama anlaşılmayan iş, bunun nasıl yakalanmış olduğuydu... Yao yarısında sakattı bu serinin. T-Mac deseniz keza, iyileştiği gün yok. Gençlerle, yedeklerle bu seri. Fikstür kolaylığı da bir etkendi, önemli bir etkendi hem de ama yine de takım kimyasına denecek laf bulunamıyordu. Ama makus Houston kaderi işte: Yao Ming yine sakatlığa kurban oluyordu... Hem de sezonu kapatacak bir sakatlığa. O sıralarda Playoff sıralamasının tepelerinde bulunan Houston, sezonu -beklentilere kıyasla- oldukça vasat sayılacak bir dereceyle bitirdi. Playoff'lar yapıldı yapılmasına. Rakip Jazz'di yine ancak beklentiler sıfırdı adeta. Önceki sene yapılamayan şeyin bu sene Yao'suz yapılacağını iddia etmek epey saçma olurdu sonuçta. Neyse, Playoff'lardan da bir güzel elenildi ve elde vardı yine sıfır.
Yao'nun bir yaz dönemine daha sakatlıkla girmesi, T-Mac'in kalbinin(!) ilk turu geçemeden elenmelerinden sonra bir kez daha burkulması vb. şeyler... Herşey aynıydı. Ama Adelman'a laf edilemiyordu. O istediğini yapmıştı, Houston'ın potansiyelini ortaya koymuştu, hücum basketboluyla nelerin değişebileceğini göstermişti. Belki de sakatlık olmasaydı, biraz daha ileri gidebilirlerdi. Bu yüzden Off-Season'a aç olarak girdi Houston, kadroyu derinleştirmek ve biraz daha güçlendirmek adına.
Umduklarından fazlasını buldukları kesin, Ron Artest... Evet, Adelman Sacramento'dan eski öğrencisi olan Artest'i getirdi takıma. Deliliği bir kenara bırakırsak ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğu tartışılmayacak bir oyuncu Artest. Savunması belki de kimse de yok, boyu ve fiziğine göre gücü desek tartışmasız 1 numara, hücumu da sorumluluk aldığında gayet iyi. Tek sorunu vardı, o da işte kafasıydı. Bunun da ilacı rahatlıkla Adelman olabilir, endişelenmeye gerek yok.
Artest'in katacağı çok şey var takıma. Öncelikle Battier artık komik kaçıyordu. İstatistiklere bakarsanız anlarsınız, takımın uzunlarından daha fazla bloğa, oyun kurucularından fazla top çalmaya sahip bir adam işte. Hatta bench'i katsanız bile geçemiyor diğer oyuncular Battier'i. Sürpriz olmasa gerek, takımdaki tek savunmacıydı. -dı ekini eklememin sebebi de Artest işte, yalnız olmayacak artık. Ciddi bir anlamda oyunun her 2 bölümünü de yürütecek bir adam gerekiyordu, Rockets'ın ilacı olacaktır.
Artest bir kenara, başka güzel hamleler de geldi Rockets'tan. Spurs'un veteranı Brent Barry katıldı takıma. Yaşlı gelebilir kimilerine. Ama Mutombo'nun olduğu bir takımda sırıtmaz herhalde. Kaldı ki neler yapabileceğini son Konferans Finalleri'nde görmüştük. Adelman'ın sisteminde de kafadan oynar. Tabii Alston'ın saçmaladığı bölümlerde de rahatlıkla 1 numarayı yürütebilir, Spurs'de zaman zaman Parker'ı yedeklediği gibi. Barry soyadını taşıması yeter zaten Rockets forması için! Bunun ötesinde, takımda tutulan 2 önemli oyuncu var: Mutombo ve Landry... Mutombo yine bırakmadı, bu gidişle vefat etse dahi formasının üstüne tabut figürleri bastırıp oynama devam edecek. Saçma değil yalnız tekrardan anlaşılması Mutombo'yla; takıma kattığı abilik olsun, Yao gibi sakatlıklara esir olmuş bir oyuncunun arkadasında bir yedeğe ihtiyacın olması olsun, oyuna girince bir hava katması olsun cidden önemli bir adam. Yani varsın çizsin o figürleri, ayrılmasın yeterki. Landry daha da önemli. Çok önemli. Geçen sene yapılan sürpriz serinin mimarlarındandı. Cidden çok yetenekli bir oyuncu, az kalsın uçuyordu GSW'ye, ama karşılamayı bildiler gelen teklifi.
Rotasyonu belirleyecek olursak;
Alston/Head/Brooks
McGrady/Barry
Artest/Battier
Scola/Landry/Hayes
Ming/Mutombo
Öncelikle bu dağılımın gerçeği yansıtmayacağını belirteyim. Bunun başlıca 2 nedeni var: Houston'ın cenabetliği ve oyuncuların birden fazla pozisyonda oynama özellikleri... Cenabetlikten bahsim sakatlıklardır, asla sabit kalmıyor kadro, en az 2 oyuncu sakat oluyor. Diğer nedenden bahsedecek olursak; ne Battier tam bir yedek oyuncu olarak görev alacak, ne de Hayes. Battier en az 25-30 dk alacak oyuncu, olmadı 2'den 4'ten alır. Hayes de keza, savunmanın önem göstereceği dakikalarda alacak süreleri. Hatta Artest'in gelmesiyle tekrardan ilk 5 biletini de alabilir, göreceğiz.
Hala 1 numarada büyük bir açık var. Alston fena guard değildir ama ne savunma vardır, ne de liderlik. Sokak topçusu işte. Güvenilecek bir adam değil, Playoff'ları da çıkaramıyor işte hiçbir zaman. Barry'nin gelmesi bu bakımdan iyi oldu, kesin kaydırılacaktır oraya. Yine de büyük sorunlar yaşanacak orada, açık ara takımın en zayıf noktası.
Takımın geri kalanı ise kağıt üstünde harika gözüküyor. Artest-Yao-McGrady üçlüsü zaten başlıbaşına bir takım. Bunlara katılan Battier, Scola, Hayes gibi görev adamları ve Landry, Head gibi gençler iyice arttırıyor tabii kaliteyi. Çok fonksiyonel bir bench, Hayes'le savunma yapılırken Scola'yla hücum yapılabilir. Veya daha hızlı bir takım isteniyorsa Artest 4'e çekilebilir. Dışarıdan vurmak isteniyorsa Barry-McGrady-Battier-Scola tarzı bir şablona girilebilir. Bu bakımdan da çok büyük bir avantajı var Houston'ın.
Bu arada Houston demişken girmemek olmaz ama Francis konusuna girmek istemiyorum hiç, yeniden 'Döneceğim.' filan dediğini belirtmiştim '2+1' adlı post'umda. Olmaz öyle şey, çok gördük bunları, umutlar kesilsin o şahıstan.
Houston bu sezon ne yapabilir, cidden çok zor bir soru bu. Batı'da işler fena karışık. Clippers'da aşı tutmayacak bana göre ama tutarsa bir rakip daha çıkmış oluyor Houston'ın önüne. Utah-Dallas-Phoenix deseniz güçlerinden birşey kaybetmediler. Lakers Bynum'ın dönüşüyle iyice ezer geçer zaten. New Orleans da geçen yılın tecrübesiyle arttıracaktır başarısını. Portland gençleriyle sürpriz yapabilir, Spurs yaşlılarıyla yine zorlayabilir. Denver kapalı kutu.
Bana kalırsa Clippers, Denver ve Portland dışında saydığım her takım geçecektir Houston'ı. 7'den girer diye düşünüyorum Playoff'lara Houston. Ama tabii sadece sezon öncesi yapılan bir tahmin bu. Hele de Houston için konuşurken epey bir dikkat etmek gerek. Öyle bir sakatlık potansiyeli taşıyorlar ki...
Bir sona bağlamak gerekirse herşey artık Tanrı'ya bağlı, sakatlıklardan sakınmak gerek sonuçta. Ancak Houston'ın önünde kolay da bir yol yok. Playoff'a girseler dahi, ikinci tura çıkacaklarını pek de sanmıyorum. Sakatlıklar bir kenara, bu kadar değişik bir kadronun takım kimyasını sağlamak kolay birşey değil. Tabii 'Houston şu kadroyla yapamıyorsa...' diyebilirsiniz ama Houston başarısız olacak demiyorum, nitekim 55'e yakın galibiyet sayısıyla bitirirler sezonu. Tek sorun Batı'nın fena güçlü olması.
Fikstür
Kadro
Sonic
Amerikan yaşamını nasıl anlatırsınız? Makale, yazı, tonlarca cümle-kelime... Tek resimle anlatabilirim ben, yukarıdaki resmi kullanarak.
Sonic bir fast-food zinciri. Ancak onlara 'fast-food' adıyla hitap etmek cidden çok yerinde oluyor çünkü bundan hızlı, rahat yenilecek bir yer yok dünyada. Arabanızla geliyorsunuz, benzin istasyonundaymışçasına arabalar için özel hazırlanan boşluklardan birine giriyorsunuz ve girdiğiniz o bölümdeki menüden istediklerinizi, köşedeki mikrofon aracılığıyla iletiyorsunuz içeridekilere. Yemek anında hazır, 2-3 dakikayı asla aşmaz. Yerinizden dahi kalkmıyorsunuz, içeridekiler getiriyor(genellikle patenlidir bu garson arkadaşlar bu arada). Rahat, hızlı, sıcak ve lezzetli.
İşte yemek Amerika'lılar için böyle birşey. Ne kadar hızlı giderebiliyorlarsa ihtiyaçlarını, o kadar iyi onlar için. Bana kalırsa duruma göre değişir; evde oturduğum boş bir günde 2 saatte hazırlanacak mantıyı beklerken, başka bir gün herhangi bir maça 10 dakika kala Sonic'e gitmeyi de ihmal etmem mesela.
Kategori:
Ivır Zıvır,
Yemek
29 Eylül 2008 Pazartesi
NBA Preview - Atlanta Hawks
Atlanta Hawks'la başlıyoruz NBA Preview yazı dizimize...
Geçen senenin flaş ekiplerinden biriydi Atlanta. Aslında herşey, başarısızlıkla başlamıştı. Yıllardır gelen kötü sonuçlar, Draft'lerde güzel sıralar almasını sağladı Atlanta'nın. Hiçbir zaman Lottery'den sürpriz bir sonuçla çıkmasalar da potansiyel taşıyan gençleri katarak yola devam ettiler. Daha sonra Suns'da parlayan Joe Johnson'ı, 2005'te Diaw'a karşılık almaları onları iyice atağa geçirdi. Yeni dönemin temel adımıydı Joe Johnson. Doğru adam mıydı? Kesinlikle... Liderlik vasıfları olan, yeteneğinden hiçbir şüphemiz olmayan biriydi Johnson. Tabii o günlerde alınabilecek sayılı oyunculardandı.
Joe Johnson çekirdeğinde oluşan bir takım. Yanında birçok yetenekli ve çıkış yapması beklenen gençler... Ancak geleceğe dair umutla bakılamıyordu bu kadar iyi genç oyuncular olmasına rağmen. Bunun nedeni ise bir türlü sona ermeyen başarısızlıklardı. Peki bu başarısızlıkların nedeni neydi? Elbette tüm genç takımların en büyük sorunu olan tecrübesizlik bunlardan biriydi. Diğeri de hala pota altına ve 1 numaraya düzgün oyuncuların alınamamasıydı.
2008 Hawks için bir dönüm noktası olacaktı. Öncelikle 2007 Draft'inde 2 tane güzel pick'i vardı Hawks'ın: 3'üncü ve 11'inci sıralardan oyuncu seçeceklerdi... Yukarıdaki 2 boşluğu doldurmamak için bir sebep yoktu, onlar da bunu yaptılar Horford(C)-Law(PG) ikilisini seçerek. Horford'ın ciddi bir potansiyeli vardı; fiziği düzgündü, ham olsa da hücum konusunda yetenekliydi. Acie Law ise yine alınabilecek en iyi guard olduğu için takımı sevindirdi ancak ulaşılması istenilen hedefler için o kadar da uygun değildi, hemen takıma fayda sağlaması beklenemezdi en azından.
Normal sezonda gözle görülür bir farklılık yoktu hala. Taa ki Sacramento'yla yapılan takasa kadar. 1 numara düzgün bir isim gerekiyordu ve Bibby de ilacı olabilecek adamlardandı. Tyronn Lue, Anthony Johnson, Shelden Williams ve Lorenzen Wright dörtlüsünü takas ettiler Bibby'i alabilmek için. Baktığımızda kazık yiyorlarmış gibi gözükse de bunlardan hiçbiri artık Hawks'ın işine yaramıyordu, elle tutulur tek adam olan Shelden Williams'a ise Horford'dan sonra gerek kalmamıştı. Yani hiçe karşılık Bibby katılmıştı takıma. Hemen faydasını gördüler, görev tamamlanmıştı ve Hawks düzgün bir şekle kavuşmuştu. İlk başarı geldi, Playoff'a girdiler. Bu önemli bir adımdı ancak bir o kadar da anlamsızdı. Zira karşılarına ilk turda çıkan ekip Boston Celtics'ti. Beklenenin aksine Hawks direndi. Direnmek ne kelime, Boston'ı elemek üzereydiler. 3-3'e gelmişti durum, son maça kalmıştı herşey. Ancak son maçın Boston'ın sahasında olması işlerini zora soktu, şanssız bir şekilde elendiler. Hoş, kimse tek maç kazanmalarını dahi beklemiyordu. Bu, Hawks'ın ne kadar geliştiğinin ilk göstergesiydi.
Billy Knight'ın GM'likten ayrılması ve yerine Rick Sund'ın gelmesi taraftarları endişelendirecekti belki de. Ancak hemen akabinde gelen bu başarı, tüm endişeleri yok etmişti. Yine de herkesin kafasında Rick Sund'ın ne yapacağına dair bir soru işareti bulunuyordu. Acaba bu doğru hamleler devam edecek miydi? Yada bir hamleye ihtiyaç var mıydı? Bu sorular yanıtsız kalmadı. Hawks FA'lerden Mo Evans ve Flip Murray'le anlaştı. Ayrıca, en önemli konuya gelecek olursak, takımın direklerinden biri olan Josh Smith'le tekrardan imzaladılar. Önemli bir adamı takımda tuttular, ayrıca 2 tane görev adamı alarak bench'i kuvvetlendirdiler. Fire yok da değildi hani. Childress Olimpiakos'u tercih etmişti. Bench'ten gelen önemli adamlardandı, yaşına bakılacak olursa da gelişecekti zamanla. Ama takımdan gitmesi Sund'ın suçu değildi, bu Avrupa-NBA arasındaki tehlikeli bağdan kaynaklanmıştı. Zaten onu aratmayacak bir Mo Evans alınmıştı. Bu bakımdan herşey doğru gözüküyor şimdilik Hawks için.
Rotasyonun ise şu şekilde olacağını düşünüyorum;
Bibby/Law/Claxton
Johnson/Murray
Smith/Evans
Williams/Hunter
Horford/Zaza
İlk 5'i de, bench'i de sağlam olan bir kadro bana kalırsa. Pota altında bir problem varmış gibi gözüküyor ama Josh Smith'in de zaman zaman 4'e kaydırılabileceğini biliyoruz.
Peki bu kadro ve yeni yapılan hamleler Doğu için yeterli olacak mı bu sene? Doğu takımlarının fazlasıyla geliştiklerini düşünüyorum. Geçen sene Playoff yapamayan takımlardan Miami, Charlotte ve Chicago dışındaki takımlar kadrolarını geliştirmediler. Aynı tas, aynı hamam hesabı. Bu şöyle bir sonuç doğuruyor: Boston-Detroit-Toronto-Philadelphia-Orlando-Cleveland altılısının kesinlikle Playoff yapacaklarını düşünürsek, yukarıda saydığımız 3 takımla Hawks'a 2 tane yer kalıyor Playoff için. Geçen sene kolay olmamıştı, bu sene de kolay olmayacak. Ama tek bir fark var, bu sene Hawks'ın iddiası olacak. Bana kalırsa Playoff da yapacaklar, hala Miami'yle Chicago'nun takım kimyasını sağlayabilecekleri kanısında değilim. Ama Hawks'ın önceden saydığımız o garanti 6 takımı geçmeleri veya Playoff'ta bir sonraki tura çıkmaları epey zor gözüküyor. Doğru hamleler, yanlış zamanda yapıldı bir anlamda.
Fikstür
Kadro
Kıskanıyorum #5
Milan Baros-Edita Hortova
Kıskanıyorum Arşiv
NOT: Bana kalırsa Baros çirkin değildir, sadece Hortova'dan kaynaklanan bir post'tur bu. Babaya laf yok zaten, bulmuşuz böyle forveti, aman. Bu arada hala çıkıyor mu Hortova'yla bilmiyorum, Türkiye'de hiç göremedik hanımefendiyi...
Kategori:
Foto,
Hatun,
Ivır Zıvır
IKEA
Ingvar Kamprad...
IKEA'nın İsveç'li kurucusu ve tek sahibi. An itibariyle Microsoft'un sahibi Bill Gates'i geçmiştir kendisi zenginlik bakımından. Yani dünyanın en zengin insanı şuan bu 77 yaşındaki mobilyacı.
Açıkçası kıskanmamak elde değil. Hiç olmazsa Bill Gates'in Microsoft'u takdire şayan birşeydi. Oysa IKEA'nın mobilyaları için aynı şeyi söylemek mümkün bile değil. Yani, kendini en zengin yapan şeyi kullanmıyor, böyle bir ironik durum işte.
Umarım 73.000.000.000 dolarlık servetiyle kendisine kaliteli mobilyalar almayı becerir.
Kategori:
Gündem,
Hayat,
Ivır Zıvır
Vecize #14
“ Bir gün parkta yürürken ayrıldığım bir sevgilimin annesiyle karşılaştık. Beni durdurdu; 'Oğlum senden ayrıldıktan sonra gay olacak diye çok korktum' dedi. ”
- Tuğba Özay
Kategori:
Hatun,
Ivır Zıvır
28 Eylül 2008 Pazar
Devre seçen takım Galatasaray
Medya şimdi yarın şiririr, manşetleri tahmin edebiliyorum. "Aslan vurdu geçti" falan... İlk yarı berbattı GS. Maça konsantre olmayan, oynadıklarını hissedemeyen, koşarken topu ayağından kaçıran, orta yapamayan oyuncular silsilesi vardı turuncu formaların içinde. Ölü gibi oynadıklarından mütevellid Lincoln ve Kewell da çok etkisizdiler, doğal olarak Baros'a da top götüremediler. Tek savaşan Arda vardı. Ama yine geçen hafta olduğu gibi* 2. yarıda işler değişti.
Şöyle hücumdan başlayayım... Arda iyiydi, Kewell ikinci yarı iyiydi, Lincoln ikinci yarının yarım saatlik bölümünde iyiydi. Baros hep iyiydi bence. Meira da ikinci yarı iyiydi. Son yıllarda yabancılar ilk kez bu kadar çok iş yapıyor Galatasaray'da. Muhtemelen zayıf Bellinzona karşısında da çok iyi oynayacaklar.
Baros ve Kewell ikilisine ayrı paragraf... Adamların her hareketlerinde "ben Premier Lig'de oynadım yavrum, sen ne konuşuyorsun?" edası var. Attıkları paslar, vurdukları şutlar, koştukları yerler. İzlerken keyif alınıyor. Riskli transferler oldukları doğru ve GS yönetiminin transfer politikası da şimdilik bu olduğuna göre en azından doğru riskler oldukları kesin. Ayrıca Baros da çok rahat tek forvet oynayabileceğini gösterdi.
Hoca için esas iş Arda, Lincoln, Kewell üçlüsünün hepsini yüksek verimle oynatabilecek bir formül geliştirmektir. Skibbe'den henüz bu kadar büyük birşey beklemek zor ama olsa efsane bir hücum harmonisi oluşabilir.
- Özel parantez 1: Mehmet Güven topçu değil. En azından henüz değil diyeyim de birkaç sene sonra lafı ağzıma sokamasın bari.
- Özel parantez 2: Baros'un golü neydi öyle? Topu 90'a değil, 92'ye taktı resmen. Yalnız öncesinde bir ofsayt vardı sanırım.
- Özel parantez 3*: İlk hafta, geçen hafta ve bugün. 5 haftada üçüncü kez 4-1 kazandı GS. Ayrıca geçen hafta da Baros 2 ve Kewell 1 gol atmıştı.
Weee are the...
Yarış bu sabah 8'deydi, zaten Rossi ilk 3'te bitirdiğinde dahi ilan ediyordu şampiyonluğunu. Yani bir heyecanı, keyfi yoktu işin. Sabah yarışı izledikten sonra bile birşeyler yazasım gelmedi. Sadece yüzüm gülüyordu, Rossi gibi...
Haftalar öncesinde kutlamıştım zaten şampiyonluğu. Bugün de Stoner'ı geçip 1. olarak ilan etti şampiyonluğunu. Son yıllarda bu kadar çabuk ilan edilen şampiyonluk görmemiştik. Önümüzde 3 formalite yarışı var. Doktor sanırım 6 yarıştır 1. oluyor. Kariyerinin en başarılı sezonlarından birini geçirdi. Bu sezon istediğimiz keyfi alamadık Moto GP'den. Seneye herkes daha hazır olacak, inşallah.
Kategori:
Diğer Sporlar
Son Durum
Platini futbolda yenilikler yapmaya devam ediyor... Sevindirici kararlar oluyor bunlar genellikle. Ancak tek pozitif diye adlandırılabilecek yanı bu, zira epeyce bir yalakalık gösterisinde kendisi.
UEFA Kupası'nı iyileştirmek güzel olur elbette ama Şampiyonlar Ligi'yle UEFA arasındaki belirgin fark kalmalıydı diye düşünüyorum. Sonuçta 'lig mi, Avrupa mı?' diye düşünen takımların artık UEFA'yla bile rahatlıkla yetinebileceğini düşünmek korkutucu geliyor bana.
Bir de daha önce çıkan, EURO 2016'dan itibaren 16 yerine 24 takımın katılmasına dair bir kural var. Bu da başlangıçta masum gözüküyor, güya maçların ve çekişmenin artacağından ötürü bizleri sevindirecek. Oysa EURO 2008'de İsviçre-Avusturya ikilisinin ne kadar güçsüz olduklarını görmemiş miydik? Şimdi bu dökülen 2 takımdan daha düşük seviyede olan 8 takımın daha ekleneceğini düşünürsek işin ne yoluna gittiğini rahatça kavrayabiliriz kanımca. Artık 'kalecileri kasap', 'part-time forvet' gibi sözleri daha fazla duyacağız maçlarda.
Bunların altında yatan 2 sebep vardır.
1-) İtibar, yerini sağlamlaştırabilme kaygısı
2-) Takım ve dolayısıyla maç sayısını arttırarak gelirlerin artmasını sağlamak, böylece takımları havuzdan daha iyi geçindirmek, sonuç olarak yukarıdaki maddeyi bir kat daha etkin kılmak... Sevinsin garibanlar hesabı tahttaki yerin korunması.
Gelelim FIFA'ya, yani Blatter'e... 6+5 kuralını çıkarınca sevinmiştim, kural zaten gerekiyordu da böyle atılımlara duyulan özlemden de sevincim. Ama o da epey pasif şu dönemde; öyle 2 konu var ki oysa günümüz futbolunu tehdit eden.
Şu zengin konusu fena. Laf ediyorum da cidden akılalmaz bir hal aldı, düzeltilemez de asla. Şimdi düzeltmeye başladık, kulüplerin satılmasını engelledik diyelim; millet çıkıp 'ulan Chelsea-Man City neredelerdi önceden' demez mi? Sonuna kadar da haklılar. Bu bakımdan herhangi bir zorluk getireleceğini düşünemiyorum, sonuçta kulüplerin sahibi olacak, doğal olarak da özgürce satın alınabilecekler. Ancak transfer konusunda zorluklar çıkartılabilir. Şuan cidden Cristiano Ronaldo'nın bonservisi için 250 milyon euro verecek bir insan olduğu kanısındayım. Belki Fahim yapar, belki başka bir herif. Ama eninde sonunda o noktaya da gelinecek. Ele bakalım, Yattara'lar bile 20 milyon euro edebiliyor işte. Şuan birşey söylemem yanlış olur, tonlarca şey yapılabilir çünkü bu bahsettiğim konuda. Tek bildiğim şey bunun yapılabilecek olması ve yapılması gerektiği. Örnek vermeye çalışayım mesela bir tane, aklıma gelen ilk şey şu oldu: Salary sistemi değil ancak Salary tarzı, bir takımın maksimum kullanabileceği para miktarı 100 milyon filan olur, bu 100 milyon'un üzerine sattıkları oyunculardan gelen gelirler eklenir. Böylece satışın da bir anlamı olmuş olur, tabii Ronaldo-Kaka vb. adamlar da takımlarında kalmış olurlar bir kısıtlama söz konusu olduğu için. Şart değil bunun olması, apayrı birşey de olabilir ama şurada hedef belli, o da futboldan maksimum zevki alabilmek, ne yoldan olursa olsun.
Ben bu konuya daha bir önem veriyorum, gençlerin satılma durumuna. Bakıyoruz haberlere, artık United'ın Barca'nın 6-9 yaş arası adamları takip ettiklerini görüyoruz. Ne denir ki buna... Action Man'lerle mi katılacak bu çocuk imza törenine? Bir çocuğun bu yaşta futbola başlaması normal, ona lafım yok. Altyapıya alınması, altyapıdan takip edilmesi de normal. Ama artık transfer etmeye başladılar! Düşünebiliyor musunuz böyle bir transferin, daha çift basamaklı yaşlarına basmamış bir insanoğlunda yapacağı etkiyi... Ayrıca bir çocuk bu yaşta anlaşılır mı? Ya kısa kalırsa sonradan, nereden biliyorsun ki vücudunun akibetini. 10 yaşında ergenliğe girer, 12'sinde de Reina'ya. Bu mudur istekleri acaba? Batuhan'ın -yetenekli olsun ama olmasın- harcanıp gittiğini göremiyor muyuz acaba? Hangi aşamada şımardı sizce? Kendimi düşünüyorum, bana 10 yaşımda gelip Man. Utd teklif yapsa arkadaş filan tanımam. SBS veya ÖSS?.. Çok beklersiniz. Arkadaşlar gitti, eğitim gitti. Ama en iyi arkadaşın, sana hayatı öğretecek şey hala orada, Old Trafford'un çimleri. Hayırlı olsun, başka ne denebilir ki. Şu aşamaya kadar geldik artık, annesinin karnını tekmeleyen bebektir sonraki hedef.
27 Eylül 2008 Cumartesi
Your Bucket List
Bucket List'ten bahsetmişti Çağlar birkaç kez, şuradan da filmin tamamını tek cümleyle kapsayan repliği görebilirsiniz.
Efsane filmdir benim için. Nicholson-Freeman olur da beğenilmez mi... Ama daha önemli birşey var ki o da filmin insanı derin bir düşünce fırtınasına sokması. Sinemadan çıktıktan sonra apayrı bir insan oluyorsunuz.
Sadede geleyim. Filmde -filmin isminden de anlaşılacağı üzere- bir 'bucket list' yapılıyor, yani bir nevi ölmeden önce yapılması gereken şeyler... Şimdi söz sırası sizde, nedir bu ölmeden önce yapmak isteyeceğiniz şeyler? Yorumlarda görüşelim.
Kategori:
Hayat,
Ivır Zıvır,
Sinema
Dangalak
Monta Ellis'e Golden State Warriors tarafından verilen kontrat;
6 yıl için 66 milyon dolar...
Monta Ellis hakkında geçen ay çıkan haber;
'Bileğindeki bağlar koptu, en az 4 ay sahalardan uzak kalacak...'
Monta Ellis'in sakatlığa dair yöneltilen sorulara cevabı;
'Antreman yaparken oldu.'
Gerçek;
bkz. Resim
Geleceği;
Meçhul
Sonuç;
Dangalak herif...
6 yıl için 66 milyon dolar...
Monta Ellis hakkında geçen ay çıkan haber;
'Bileğindeki bağlar koptu, en az 4 ay sahalardan uzak kalacak...'
Monta Ellis'in sakatlığa dair yöneltilen sorulara cevabı;
'Antreman yaparken oldu.'
Gerçek;
bkz. Resim
Geleceği;
Meçhul
Sonuç;
Dangalak herif...
"Saldıray" zihniyetinde Megan Fox #2
Megan Fox'u tanımayan yok artık. Daha önce de kendisinin aynı başlıkla "bütün gün seks yapmak istiyorum" düşüncesini yorumlamıştım.
22 yaşındaki hanımefendimiz şimdi yeni bir demeçle gündemde. 33 yaşındaki Angelina Jolie'nin çok seksi bir hatun olduğunu ve onunla sevişmenin çok zevkli birşey olduğunu tahmin ettiğini söylemiş. Öncelikle Megan'a "kim tahmin etmiyor ki?" diye sormak lazım. İkinci olarak, Megan Fox'u severdim, şimdi sevgim iki kat arttı. Biseksüel hatunlara bayılırım. En büyük hayallerimden biridir biseksüel bir hatunla herhangi bir şekilde vakit geçirmek. Ama tabii Türkiye nereden bulacaksın hem biseksüel olup, hem de bunu rahat şekilde dışa vuran bir hatun... Kısmet.
"Saldıray" zihniyetinde Megan Fox #1
Hayattan Tiksindiren Şeyler #11
6/6...
Fotoğraf Facebook'tan... Arkadaşın sayfasını kurcalarken buldum. Yani bir Abercrombie&Fitch reklamı değil bu, hiçbir billboard'a da bu kadar 'dolu' bir reklam koymazlar onlar bile. Kardeşim bu nedir yahu? Bu günleri de mi görecektik... Her insanın farklı zevklerinden, stillerinden bahsederdik; bu farklılıkların da tartışılmayacağını savunurduk. Ama görünüşe bakılırsa birkaç yıl içinde kendilerine üniforma edinecekler şunları, istesek bile tartışamayacağız zaten.
Ben de giyerim, o ayrı. Gayet de severim. Ama bu apayrı bir olay, yatarken bile giyiyorlar anladığım kadarıyla, insanlık dışı. Kıyafet konusunda 'pişti' olma deyimini yerle bir eden bir durum.
Adam olmak için t-shirt'ler, polo'lar kişilikten öne çıkmaya başladı, eyvahlar olsun. Bunda kızların bakış açısının da önemli olduğunu düşünürsek, onlar da pek masum sayılmazlar.
Neyse, sonuç olarak Abercrombie&Fitch'çi gençlik, insanı hayattan tiksindiriyor...
Kategori:
Foto,
Hayat,
Ivır Zıvır
26 Eylül 2008 Cuma
6 maçta 4 mağlubiyet
Şaşkınlık içinde izledim maçı. Sivas'ın zorlayacağını tahmin etmek zor değildi ama zaten psikolojikman çıkar yolu kalmamış bir Fenerbahçe'nin rakip karşısında bu kadar sönük kalacağını tahmin eden olmamıştır eminim.
Sivas biraz daha becerikli olsaydı golerin sayısı çoğalabilirdi. Volkan Babacan söylendiği gibi boş değilmiş, hareketlerinden anlaşılıyor. Ama Sezer'in 100 üzerinden 105'lik vuruşuna hiçbir kalecinin yapabileceği birşey olamaz. Tam pozisyon biterken beklenmedik bir anda ve direğe de değecek şekilde, direğin altına saatte 987 km ile atılmış bir şut. Ümit Aktan'ın dediği gibi; "Schmeichel değil bütün Michael'lar gelse o golü ordan çıkaramaz"
5 maçta 3 mağlubiyet Fenerbahçe gibi bir kulüp için hazmı cidden zor bir istatistik. Şampiyonlar Ligi'ni de sayarsak, 6 maçta 4 mağlubiyet. Özellikle Kiev maçına birkaç gün kala istatistiklerden çok sahaya koyulan şey endişe verici. Ben başından beri, inatla teknik direktörlere yüklenmemeye özen gösteriyorum ama Aragones de bugün endişe verici diğer noktaydı. Sahada can çekişen Alex'i çıkarmamasının bir açıklamasını göremiyorum ben.
Maç sonunda Bülent Uygun'un açıklaması da ilginçti; "Dünyanın en iyi 2. takımını yendik." Ben anlayamadım ne demek istediğini.
Aşk
Kimine göre dünyanın en güzel, en etkileyici şeyi; kimine göre gereksiz, acı verici, hatta olmayan birşey. İnananlar var, inanmayanlar var. İnananlardanım ben. Yani ismi aşk mı bilmiyorum ama, aşk diye tarif ettikleri şeye birkaç kez yakalandım.
Bütün hayatı düzgün giden bir insan kolay kolay aşık olmaz. Aşık olmak biraz farklı bir durum. Aşkı, vücuda enjekte edilebilecek "büyük bir kütle" 0larak tanımlıyorum ben. Bu yüzden kolay aşık olunmaz. Genelde hayatında bir boşluk olan, hayatından sıkılmaya, etrafındaki şeylerden uzaklaşmaya çalışan insanlar olur. Depresif yaşam, farklı arayışlar iter yani aşka... İşte büyük kütle dememin sebebi de bu. İnsan, hayatındaki boşlukları "birşey" ile doldurmak için olur aşık. Sanatçının dediği gibi tıpkı; "Umutsuz olduğu bir anda sevmek ister her insan" , "Kendinden emin değilken sevmek..."
Tam olarak dediklerimle örtüşüyor bu lirikler. Evet, ne diyorduk? Evet... Ve bu kütle, görevini de müthiş görür. Hayattaki boşluğu kısa vadede doldurur gerçekten de. Aşkların kısa ömürlü olması da bununla bağıntılıdır... Hayat hep boşluklarla dolu geçmez çünkü. Zaman gelir o kütle vücuduna ağır gelir. Daha doğrusu hayatında daha önce oluşan boşluklar, kısa süreli boşluklar olduğundan, boşalan yerlerden gidenler tekrar vücuda girmek ister. E vücutta da yer kalmamıştır. Vücut da büyük kütle olan aşkı atmaya başlar yavaştan. "Acaba ona karşı aşkım bitti mi?" hissi de bununla alakalıdır. Eğer gerçekten bu endişende haklıysan, kütle parçalar halinde yavaşça vücudundan çıkıyor demektir.
“Evlilik aşkı öldürür. Evet.”
Evliliğin aşkı bitiriyor olması da yine bununla alakalı ama biraz da hevesle alakalıdır. Evlilik aşkı kesinlikle öldürür. Hemen olmayabilir, ama öldürür. Neden? Çünkü birey, aşık olduğu kişiyi ulaşılamaz olarak görmek ister. Üstün varlık olarak görür. Kendinden üstün, annenden, babandan üstün, kardeşinden üstün, diğer bütün kızlardan üstün görülür aşık olunan kişi. Ama evlenince bakarsın ki, aslında sürekli vanilya kokmuyormuş. O da terleyince pis kokuyormuş, o da geğirip, sümkürüyormuş. Onu osururken görürsünüz, burnunu karıştırırken, -afedersiniz- sıçarken izlersiniz. Demek ki çok da farklı, ulaşılamaz değilmiş. Onun da boku sizinki gibi iğrenç ve pis kokuyormuş, düşündüğünüzün aksine pembe ve vanilya kokulu değilmiş. Şaka bir yana, bu da üstün varlık olduğu düşüncesini yok eder, dolayısıyla da aşkı...
Hayatımda şu sıralar boşluk yok. Aile durumu, maddi durum, iş vs. düzene girmiş durumda çok şükür. Ama aşık olmak istiyor canım. Sevmek istiyor... Sonuç? Malesef sevemiyorum. Neden? Çünkü vücudumda o kütle için yeterli boşluk yok. Kimse de aşık olmak için hayatında boşluk yaratmaya çalışmaz.
Sports #35
25 Eylül 2008 Perşembe
ABD, İngiltere, Türkiye
Kaç zamandır yapmak istediğim birşeydi bu, kısmet bu blog'aymış. Bu bir yaşam tablosu... 3 ülkenin ana hatlarıyla yaşam standartlarının karşılaştırıldığı bir makale diyelim.
İlk mesajımda belirtmiştim, yineleyim. Amerika'da doğmuşum, 2 yaşıma basarken Türkiye'ye taşınmışız. Daha sonra geçen sene babamın işlerinden ötürü İngiltere'ye, Bolton'a taşındık. İşler İngiltere çapında değişti ve Londra'ydı bir sonraki durak. Son olarak, bu yazın sonunda geri döndüm Amerika'ya. Babamın işleri, gene.
Farklı yerlerde yaşamanın epey avantajı var. Saymakla bitmez. Ama dezavantajları da beraberinde getirir. Hangi ülkeye gittiğiniz önemli değil, her yerin ayrı bir güzelliği, özelliği vardır. İngilizlerin uçuk kaçıklığına katılmak çok zevklidir, Amerika'nın ise rahatlığında-kumanda hayatında yaşamak fena rahattır. Türkiye'nin yemeklerinden bahsetmeden olmaz. Peki teknoloji, Türk Telekom yüzünden ömrünün 3-4 senesini kaybetmeye değer mi? İngiliz-Amerikan kızların güzelliğine diyecek var mı? Peki ya sevgilin yanındaki erkek arkadaşının kucağına oturursa, dudağından öperse...
Böyle gider bu... Ne zaman yurtdışında yasadığımı söylesem, insanlar derin bir 'offf' çekiyor. Oysa birşeyin kıymetini, onu kaybedince anlıyor insan. İnanın bana! Mesela demin Türk Telekom'un internet servisinden bahsettim, eleştirdim. Bana hak veren 80 milyon kişi bulurum Türkiye'de, bundan da eminim. Ama İngiltere'de evime internet bağlatmam tam 5 hafta sürdü, bağlandıktan 2 ay sonra da 3 haftalık bir çöküş yaşadı! Aynı şekilde Amerika'da IKE kasırgası çıktı burada, tam 2.5 haftadır elektrik yok evimizde, amcamlardan yazıyorum şuan zaten. Türkiye'de Digitürk'ün 2 gün ertelediği servisi görmemiştim. Elektrik-su birkaç saat gidiyor diye yakınırken, 1-2 güne razıyım şu durumda.
Neyse, konumuza geri dönelim biz. Ben Mekanik Mühendisi olmak istiyorum, seneye de olacağım burada bir üniversiteye girerek. Buradaki en büyük keyfim NBA maçlarıdır. Kombinemi alırım. Arabaları severim, Ford Mustang'e bayılırım. Arabanın benzinini unutmayacağız. Uydunun canını okuyan Dish Network olmazsa olmazlardan. Güzel bir müstakil ev fena olmaz. İnternet son sürat olacak, kıyafetler Abercrombie ve Hollister'dan alınacak, yemekler de düzgün restaurantlarda yenilecek. Tabii bir de sevgili masrafları.
İşte, bunların bedelleri bu üç ülkede nasıldır, neye kaç para verilir, gireceğin meslek dalıyla bunları karşılayabilir misin, bunu araştıracağız hep beraber. Başlayalım memleketten diyeceğim ama kahredecek sonuçlara dayanamayacağınızı düşündüğümden ötürü sona saklıyorum, fazla da detaya girmeyeceğim zaten Türkiye için; bilindik şeyler sonuçta. İngiltere'den başlayalım biz.
Evden başlayalım. İngiltere'de öyle apartmanlar filan yoktur, nadiren rastlanır ama genelde lüks bina şeklindedir onlar da. Ev townhouse şeklinde olacak, semi-detached olacak yani bir villanın yarıya bölünmüşü sizin olacak, kendinize ait ufak da olsa bir bahçeniz olacak ve evinizin yan sokağına arabanızı parkedebileceksiniz.
Evi Londra'da aramadım, dünyanın en uçuk fiyatlarıyla karşılaşırdık belki de, 2 odalı apartman dairesi için 4000 pound istediklerini hatırlarım. Manchester iyidir diye düşündüm. Manchester'ın göbeğinde, en ünlü yerlerden biri olan Victoria meydanı civarında bir semi-detached ev. 5 odalı, mobilyalı. Satın almak bu yaşta saçma olur dedik, mortgage sistemi yok, kiralamaya mecburuz, ayda 1785 pound.
Geldik arabaya... 24 yaşının altına 1.4 litre motordan fazlasını vermiyorlar, bu konuda kuralcı bir millet. Almak istedik diyelim 3.0 litrelik bir araba, ödeyeceğiniz sigorta miktarı ayda 2500 pound'u bulabiliyor, bilmem anlatabildim mi... Bu arada genellikle kabul dahi edilmiyor yüksek miktar bile. Bu bakımdan alınabilecek en lüks araba Nissan Micra-Toyota Yaris vb. birşey. Ayda 150 pound ödüyoruz sigortasına, kendisinin kirasına ise ayda 595 pound. Kiraladığımız için ortak bir bedel ödüyoruz, sigortayı biraz daha ucuza patlatıyoruz, 700'e geliyor ikisi. Benzin konusunu es geçmeyelim. İngiltere'de toplu taşıma rahat, arabaya gerek yok bazı yerlere giderken, bu bakımdan ayda en fazla 750 mil yani yaklaşık 1250 km koyacağımızı varsayıyoruz arabaya. Benzinin litresi 1.19 pound, Micra fazla yakmaz, bir litreyle 8-9 km gideceğini düşünürsek yaklaşık 140 pound'lık bir benzin faturası çıkıyor ay sonunda. Biz bunu 150'ye yuvarlayalım.
İngiltere futbolun cennetidir, United'ın olduğu şehirdeysen, Old Trafford'a gitmemek ayıp olur. Ayda 4 kere Old Trafford'a gitsen, taraftarlığını yere getirmek adına, vereceğin fiyat maç başına 45 pound'dan 180 pound olacak. Büyük maçlarda 55+ olur, biz bunu da garantiye almak adına 200 pound'a yuvarlayalım.
Son olarak en önemli şey, çalışmak... Genellikle, Gen mühendisliğini ve bu tarz elit zımbırtıları okuyanları çıkartırsak, İngiltere'de insanlar kariyerlerine 2000 pound civarı bir maaşla başlıyor. (Asgari maaşın ayda 1200 pound olduğunu da unutmayalım.) Tabii bu meslekten mesleğe değişiyor, ülkede benim gibi Mekanik mühendisi adam az, maaş artacak elbette. 2500-3000 pound arası bir maaş yapıyorsun. Ama kendi patronun olmazsan olmaz, maaşların artış oranı kötü, tavan maaş bir mühendis için 4500-5000 sularında, o da tecrübeli biri olursan tabii.
Sonuç vasat... Evin desen, güzel ama o kadar da konforlu değil. Araban desen sıfırın altında -1. Benzin de vasat; ne pahalı ne ucuz. Old Trafford'da maç izlemek Master Card'a göre paha biçilemez olabilir ama paha biçilebiliyor kolaylıkla, maaşımın neredeyse %10'u! Tüm giderleri topluyoruz, 2835 pound'a patlıyor bize sadece ev-araba(sigorta&benzin)-kişisel zevk(futbol)... Yemek olsun, sevgilin olsun; teknolojik esyalar olsun, kıyafet olsun birçok şeyin katılmadığı bir tablo bile 2835'i bulabiliyor. Kritik olay ise maaşın neredeyse giderlerden az olması. Ya Manchester'dan kısacaksın gideri, yada oturduğun mahalleden. 2400'lere düşürülür lakin yaşayıp yaşamadığını anlamayabilirsin sonunda. Kısacası bu yolun sonunda bankadan veya aileden kredi çekmek var. Başka kapıya...
Ev... Amerikan evleri, Amerikan mobilyası, Amerikan mutfakları vb. birçok terimi duymuşuzdur Türkiye'de. Merak ederdim acaba ne bok var diye, haklılarmış, varmış bir bildikleri. Öncelikle, bildiğin Türkiye'deki villa tipi ev var kamyoncuda bile. 'Evsizim abi' diyebilecek insan yok sokakta, evin olmaması imkansız, adama dalarlar yani. Evler ucuz mu? Bildiğiniz Türkiye'deki villalar burada 200 bin dolar. 3-4 odalı, 2 salonlu, 2 klozet 1 banyolu, bahçesi standart sayılacak, garajlı bir ev. 8-13 odalı evler var, onlar bile 400-500 bin doları geçmiyor. Havuzu var, bahçen değil ormanın var, garajın Türkiye'deki otopark mafyasına hedef olabilecek büyüklükte ve rahat rahat basketbol potanı koyup 5'e 5 maç yapabileceğin bir alan var garajın önünde. Son olarak, 500 bin dolardan başlayıp 800 bin dolara kadar tırmanabilen devasa evler var. Bunların değerinin artmasının 3 temel sebebi var: lokasyon, arsanın büyüklüğü ve evin içinin adeta bir bilgisayar olması. Arsa büyüklüğüyle kastettiğim şey 3 standart apartmandır. Evin teknolojiyle donatılması da manyak bir olay tabii. Her odanın ama düşünebileceğiniz her bölgenin özel kliması olması, evdeki her türlü teknolojik eşyayı sadece tek kumandadan yönetebilmeniz, havuzunuzun Phelps'inkiyle aynı temizlik motorunu kullanması, evin içinde sauna-jakuzi veya bir iç havuz olması, absürd noktalarda LCD ekranların olması, evin tüm alanına dağılan subwooferlar sayesinde evi çınlatabilecek bir müzik sisteminin olması falan filan... Saymakla cidden bitmez. MTV Cribs'dekilerden bir farkı yok işte.
Bizim sevgili var, henüz evlenmedik, aynı evde yaşıyoruz, çocuk oldu olacak diyelim. 3-4 odalı birşey yetse de, gösteriş meraklısı olduğumuz için 8-15 odalı tarza sahip evlerden tutacağımızı varsayalım. Öncelikle kimse ev satın almaz. Ya bankadan kredi alınır yada bir nevi aynı hesaba gelecek olsa da mortgage sistemine başvurulur. Tabii başka bir seçenek ise kira. Bizim için her türlü hava hoş ama göçebe bir hayata sahip olduğumuzu varsayarsak evi krediyle satın almanın mantıksız olduğuna varabiliriz. Mortgage sisteminin makul olduğunu düşündük, ona karar verdik, kira öder gibi ev satın alacağız ne güzel. Evin değeri 320 bin dolar diyelim, 11 odalı, 3 salonlu, Los Angeles'ın biraz dışarısında. Garajı büyük ve ferah, 2 araba rahat sığıyor. Önünde de normal büyüklükte bir garaj yolu var, oraya da basketbol potamızı yerleştirdik. Evin içi lüks, mobilyalar kaliteli. Havuzumuz var, temizlik motoru son model olmasa da fena sayılmaz, 20 dakika sürmüyor tamamını temizlemesi. Tramplenimizi eksik etmedik.
Mortgage sisteminin detaylarına ayrı bir paragraf gerekir. Mortgage olduğu için bir faiz bedeli koyuyorlar elbette. 320 bin dolarlık bir ev, yaklaşık 460 bin dolara patlıyor sonunda. Önce 30 bin dolar peşinat istiyorlar. Makul mu makul... Kalan 430 bin doları ise 30 yıla bölüyorlar. 30 yıl demek, ayda1200 dolar demek. 1785 pound (3500 dolar) dolarlık İngiliz mağarasından sonra malikaneye 1200 dolar vermek şaşırttı, sevindik. Olası bir göç durumunda ne olacaktı? Ödediğimiz kadarını satacaktık, başkasına devredecektik kalanını, bir problem teşkil etmiyor bu durum da.
Ev halloldu, garajına koyacağımız alete bakalım. Arabalar fena ucuz, seçenekler bol, kişiden kişiye değişir tabii. Mustang hastasıyım, taktım kafama Mustang'i. Standart paket olmaz; yarış paketi olacak, spor jant-teker barındıracak, farlar xenon, koltuklar deri... Otomatik vites rahatlıktır, otomatik olacak. Standart versiyonunu istemem, Mustang GT Premium olacak. Motoru 4.6 Litre olacak, 350 beygir basacak. Ve sadece 30 bin dolara patlayacak! Lease etmeye karar veriyoruz. 3 yıllık bir lease programına giriyoruz ve 3 yıl boyunca ayda 550 dolar ödüyoruz arabaya. 3 yıllık sürecin sonunda 15 bin dolar verirsek araba bizim oluyor, vermezsek araba elden gidiyor. Vermemeyi, sürecin sonunda başka bir araba almayı tercih ediyoruz tabii. Sigorta İngiltere'den ucuz, 1.4 litre de değil 4.6 litre motor. Bal kaymak diyoruz. Sigortayı da ayda 125 dolara getiriyoruz.
Benzin... 'Sudan ucuz' terimini gerçeğe dönüştürecek kadar ucuz. Benzinin an itibariyle galonu 3.6 dolar. 1 galon 4 litreden biraz fazla yapıyor, yani litresi 90 cent'e geliyor. Türkiye'de 1 litrelik Erikli'ler ise 1 YTL. Sudan ucuz cidden, eheh. Yalnız bir sorun var, Amerika'da toplu taşıma yok. İngiltere'deki lüksümüz olmayacak. Tabii Avrupai anlayış da yok burada. İşe gideceğim yerle evin arasındaki mesafe yaklaşık 20 mil, yani 32 km. Gidiş dönüş 64 km. Arabanın benzin portföyü Micra'nınki gibi değil, 1 galonla 18 mil gidebiliyor. Yani 1 litreyle 6-7 km gidiyor bu meret. Günde 64 km sırf iş. Ayda 20 gün gideceğiz işe, 1280 km eder. Bir de harici kullanım, en az 1500 km. Yaklaşık 210 dolar gidiyor benzine, cebimiz yandı. Benzin ucuz ama gidilecek yerler uzak, klasik Amerikan yaşamı. Market için 10 km, iş için 32 km, tenis kompleksi için 25 km, sinema için 15 km... Nerede toplu taşıt, nerede taksi, nerede yerleşik toplu tesisler. Avrupa'ya özendiğimiz ilk ve belki de tek konu oluyor böylece bu. Allah'tan benzin sudan ucuz da o kadar zarar görmüyoruz.
LA'de yaşıyorsak bunun tek nedeni var... Sarı-Mor renklerle akan bu kanın, Lakers maçlarına gitmemesi ayıp olur. Karşı kıyıda bir zavallıyken ancak 4 tane futbol maçına gidebiliyorduk ayda. Yaşam standartları o kadar yüksek değil sonuçta. Burada durum değişiyor, tek tük değil kombine bilete alıyoruz. Sahaya yakın yerlerin fiyatı 7.700 dolar. Ağızlar uçukluyor, Jack Nicholson babaya şimdilik 'Olmaz' demek zorunda kalıyoruz. Orta bölümler güzele benziyor, en azından forma numaraları seçilebiliyor çıplak gözle, tamam diyoruz ve 2.300 doları bayıyoruz. Ama sonuç olarak 4 değil 41 maçı görmüş oluyoruz, Hollywood'un eteklerinde. (Playoff'lar için de özel bir indirim alıyoruz. Final'e çıkacağımızı varsayarsak en azından 10 maça gitmiş oluyoruz ve bu maçlar için indirimli fiyat olan normal sezon tarifesine anlaşıyoruz.) 2.300'ü de NBA'in oynanacağı 5.5 aya bölmek yerine 1 yıla bölüyoruz sabit bir aylık fiyat çıkarabilmek adına. Ayda 100 dolara patlıyor bu bir sezon bize.
Son olarak çalışma mevzuusu. Amerika'da da İngiltere'deki kadar olmasa da mühendislere ihtiyaç duyuluyor. Ancak maaşlarda şirketten şirkete bir farklılık olmuyor, daha düzgün bir şablon var ortada. Asgari ücretin 1200 dolar olduğunu görünce, Community College'a gidenlere selam yolluyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Bakıyoruz çizelgelere, Bachelor's degree almış yani 4 seneik üniversiteyi bitirmiş bir mühendise verilen ilk maaşın 3500-4500 dolar olduğunu görünce havalara uçuyoruz. Mekanik mühendisliğinde çalışacak olmak avantaj, daha fazla kazanacak dilime giriyoruz. Ama asıl sürpriz sonradan geliyor, maaşın artma oranı. 40'lı yaşlara gelinince maaşınız 9-11 bin dolar arası bir hale geliyor. O zamana kadar kendi işimizi kurarız diyoruz ama yedekte kalması fena da olmaz hani diyerekten cebe atıyoruz.
Burada durum apayrı bir konumda. Lüks ama ucuz... Nasıl yapıyorlar, işte orasını bilemiyorum. Dalga geçiyoruz da, resmen sudan ucuz benzine sahip olan bir ülke. Neyse, toplayalım ana giderleri. 2185 dolar ediyor toplam. Cidden olağanüstü. İngiltere'deki şartlarda yaşamaya çalışsak Amerika'da(ki mümkün değil, evlerin en kötüsü villa, arabanın en düşük motorlusu 2.0 Litre) cidden 400-500 dolar harcarız demek ki ayda. Neyse, uzun lafın kısası, Amerika'da bırakın 'geçinebilmeyi', ilk maaşınız olmasına rağmen para biriktirebiliyorsunuz. Kaldı ki çocuğu olmayan bir insan büyük eve taşınmaz, kimse ilk araba olarak Mustang almaz. LAL kombinesi de olağanüstü bir lükstür.
Geldik bize...
Açık ara sonucun ne olacağı belli aslında ama yazalım haydi. Eşi benzerine az rastlanan, muhteşem bir ülkeydi Türkiye. Ama şu son 20 yılda gelinen nokta içler acısı. Hiçbir umut ışığı da yok maalesef. Şuan Türkiye'de yaşamaya devam ediyor olacaktım eğer ekonominin durumu bu kadar kötü olmasaydı. Boğaziçi-ODTÜ mezunlarının işsiz kaldığı yerde, İTÜ seviyesinde bir üniversiteyi kazanacaktım, bu da açıkçası beni pek sarmadı ve Amerika'ya geldim, kendi rızamla. Keşke zorunda kalmasaydım...
Ev. İngiltere'de evler müstakil ama aran dar. Tabii semi-detached olduğu için de yanına yapışık bir komşun var. Amerika'da tam müstakil evler. Aradığın herşey var. Türkiye'de ise apartman dairesi. Ucuz olsa tamam diyeceğiz ama artık 300-400 bin YTL'den başlıyor orta sınıf evler. Olacak iş değil! Neyse, biz 2+1 arıyoruz, Acıbadem/İstanbul mevkiinde. 1.450 ytl ayda... Tamam diyoruz, başka çare yok. Evin içi İngiltere'ye kıyasla çok daha güzel. Tonlarca pencere var, evin oda sayısına göre ev gayet ferah. Ama Amerika'yla karşılaştıramıyoruz tabii.
Araba konusu epey bir değişik. Sigorta yine ucuz olmasa da İngiltere'ye nazaran ucuz. Kurallar da gevşek, lstediğin motoru kullanabiliyorsun. Ama arabalar fena pahalı. Geliş fiyatları 20-30 bin iken gümrükten geçtikten sonra asılan etiket 60-70 oluyor. Orada duruyoruz... Araba bize lüks diyerek, toplu taşıta başvuruyoruz. Akbile ayda 200 ytl koymanın yeterli olacağını düşünüyoruz, bir de erişemediğimiz bir yer olursa taksiye geçiyoruz, ona da ek bir 50 ytl ayırıyoruz ay başına. Sigorta ve benzinden yırtmış oluyoruz.
Çok sıkı bir Galatasaray taraftarıyız. Ama ne bir mabed var ne birşey. Old Trafford ve STAPLES'tan sonra karşımıza çıkan şey bir yanı bir yanına uymayan Ali Sami Yen Stadyumu oluyor. Kem küm ederekten de olsa, sabahleyin traş olurken kestiğiniz yerden çıkan kan aklınıza gelince ikna oluyorsunuz ve gidiyorsunuz Biletix'e. O da ne? Kapalı'da oturmak 150-200 YTL. Asgari ücretle 3 maça gidiliyor, öyle mi. Vazgeçiyorsunuz, traş yarasına da bir yarabandı çakıyorsunuz. En büyük zevkinizden, tribünde maç seyretmekten mahrum kalıyorsunuz. Digitürk'ü almak gerekiyor artık, o da ayda 80 YTL. Canınız yanıyor, o paraya tribüne giderdim diyorsunuz ama birşey yapamıyorsunuz.
Son olarak iş. Hani bunca saçma pahalılıktan sonra işin iyi olmasını mı bekliyoruz? Hayır tabii ki. Asgari ücretin ne durumda olduğu belli. Artık iyice kalabalıklaşan nüfüsta boş pozisyonun olmadığı da aşikar. Ortada kalıyorsunuz. 1500 ytl verecek bir firma bulursanız şükrediyorsunuz. Arabanız, kombineniz olmamasına rağmen açıkta kalıyorsunuz. Buna dünyanın resmi olarak en pahalı internetini, elektriğini, suyunu ve vergisini de ekliyorsunuz; Bakırköy'e gidip, Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yatıyorsunuz.
İlk mesajımda belirtmiştim, yineleyim. Amerika'da doğmuşum, 2 yaşıma basarken Türkiye'ye taşınmışız. Daha sonra geçen sene babamın işlerinden ötürü İngiltere'ye, Bolton'a taşındık. İşler İngiltere çapında değişti ve Londra'ydı bir sonraki durak. Son olarak, bu yazın sonunda geri döndüm Amerika'ya. Babamın işleri, gene.
Farklı yerlerde yaşamanın epey avantajı var. Saymakla bitmez. Ama dezavantajları da beraberinde getirir. Hangi ülkeye gittiğiniz önemli değil, her yerin ayrı bir güzelliği, özelliği vardır. İngilizlerin uçuk kaçıklığına katılmak çok zevklidir, Amerika'nın ise rahatlığında-kumanda hayatında yaşamak fena rahattır. Türkiye'nin yemeklerinden bahsetmeden olmaz. Peki teknoloji, Türk Telekom yüzünden ömrünün 3-4 senesini kaybetmeye değer mi? İngiliz-Amerikan kızların güzelliğine diyecek var mı? Peki ya sevgilin yanındaki erkek arkadaşının kucağına oturursa, dudağından öperse...
Böyle gider bu... Ne zaman yurtdışında yasadığımı söylesem, insanlar derin bir 'offf' çekiyor. Oysa birşeyin kıymetini, onu kaybedince anlıyor insan. İnanın bana! Mesela demin Türk Telekom'un internet servisinden bahsettim, eleştirdim. Bana hak veren 80 milyon kişi bulurum Türkiye'de, bundan da eminim. Ama İngiltere'de evime internet bağlatmam tam 5 hafta sürdü, bağlandıktan 2 ay sonra da 3 haftalık bir çöküş yaşadı! Aynı şekilde Amerika'da IKE kasırgası çıktı burada, tam 2.5 haftadır elektrik yok evimizde, amcamlardan yazıyorum şuan zaten. Türkiye'de Digitürk'ün 2 gün ertelediği servisi görmemiştim. Elektrik-su birkaç saat gidiyor diye yakınırken, 1-2 güne razıyım şu durumda.
Neyse, konumuza geri dönelim biz. Ben Mekanik Mühendisi olmak istiyorum, seneye de olacağım burada bir üniversiteye girerek. Buradaki en büyük keyfim NBA maçlarıdır. Kombinemi alırım. Arabaları severim, Ford Mustang'e bayılırım. Arabanın benzinini unutmayacağız. Uydunun canını okuyan Dish Network olmazsa olmazlardan. Güzel bir müstakil ev fena olmaz. İnternet son sürat olacak, kıyafetler Abercrombie ve Hollister'dan alınacak, yemekler de düzgün restaurantlarda yenilecek. Tabii bir de sevgili masrafları.
İşte, bunların bedelleri bu üç ülkede nasıldır, neye kaç para verilir, gireceğin meslek dalıyla bunları karşılayabilir misin, bunu araştıracağız hep beraber. Başlayalım memleketten diyeceğim ama kahredecek sonuçlara dayanamayacağınızı düşündüğümden ötürü sona saklıyorum, fazla da detaya girmeyeceğim zaten Türkiye için; bilindik şeyler sonuçta. İngiltere'den başlayalım biz.
İngiltere
Evden başlayalım. İngiltere'de öyle apartmanlar filan yoktur, nadiren rastlanır ama genelde lüks bina şeklindedir onlar da. Ev townhouse şeklinde olacak, semi-detached olacak yani bir villanın yarıya bölünmüşü sizin olacak, kendinize ait ufak da olsa bir bahçeniz olacak ve evinizin yan sokağına arabanızı parkedebileceksiniz.
Evi Londra'da aramadım, dünyanın en uçuk fiyatlarıyla karşılaşırdık belki de, 2 odalı apartman dairesi için 4000 pound istediklerini hatırlarım. Manchester iyidir diye düşündüm. Manchester'ın göbeğinde, en ünlü yerlerden biri olan Victoria meydanı civarında bir semi-detached ev. 5 odalı, mobilyalı. Satın almak bu yaşta saçma olur dedik, mortgage sistemi yok, kiralamaya mecburuz, ayda 1785 pound.
Geldik arabaya... 24 yaşının altına 1.4 litre motordan fazlasını vermiyorlar, bu konuda kuralcı bir millet. Almak istedik diyelim 3.0 litrelik bir araba, ödeyeceğiniz sigorta miktarı ayda 2500 pound'u bulabiliyor, bilmem anlatabildim mi... Bu arada genellikle kabul dahi edilmiyor yüksek miktar bile. Bu bakımdan alınabilecek en lüks araba Nissan Micra-Toyota Yaris vb. birşey. Ayda 150 pound ödüyoruz sigortasına, kendisinin kirasına ise ayda 595 pound. Kiraladığımız için ortak bir bedel ödüyoruz, sigortayı biraz daha ucuza patlatıyoruz, 700'e geliyor ikisi. Benzin konusunu es geçmeyelim. İngiltere'de toplu taşıma rahat, arabaya gerek yok bazı yerlere giderken, bu bakımdan ayda en fazla 750 mil yani yaklaşık 1250 km koyacağımızı varsayıyoruz arabaya. Benzinin litresi 1.19 pound, Micra fazla yakmaz, bir litreyle 8-9 km gideceğini düşünürsek yaklaşık 140 pound'lık bir benzin faturası çıkıyor ay sonunda. Biz bunu 150'ye yuvarlayalım.
İngiltere futbolun cennetidir, United'ın olduğu şehirdeysen, Old Trafford'a gitmemek ayıp olur. Ayda 4 kere Old Trafford'a gitsen, taraftarlığını yere getirmek adına, vereceğin fiyat maç başına 45 pound'dan 180 pound olacak. Büyük maçlarda 55+ olur, biz bunu da garantiye almak adına 200 pound'a yuvarlayalım.
Son olarak en önemli şey, çalışmak... Genellikle, Gen mühendisliğini ve bu tarz elit zımbırtıları okuyanları çıkartırsak, İngiltere'de insanlar kariyerlerine 2000 pound civarı bir maaşla başlıyor. (Asgari maaşın ayda 1200 pound olduğunu da unutmayalım.) Tabii bu meslekten mesleğe değişiyor, ülkede benim gibi Mekanik mühendisi adam az, maaş artacak elbette. 2500-3000 pound arası bir maaş yapıyorsun. Ama kendi patronun olmazsan olmaz, maaşların artış oranı kötü, tavan maaş bir mühendis için 4500-5000 sularında, o da tecrübeli biri olursan tabii.
Sonuç vasat... Evin desen, güzel ama o kadar da konforlu değil. Araban desen sıfırın altında -1. Benzin de vasat; ne pahalı ne ucuz. Old Trafford'da maç izlemek Master Card'a göre paha biçilemez olabilir ama paha biçilebiliyor kolaylıkla, maaşımın neredeyse %10'u! Tüm giderleri topluyoruz, 2835 pound'a patlıyor bize sadece ev-araba(sigorta&benzin)-kişisel zevk(futbol)... Yemek olsun, sevgilin olsun; teknolojik esyalar olsun, kıyafet olsun birçok şeyin katılmadığı bir tablo bile 2835'i bulabiliyor. Kritik olay ise maaşın neredeyse giderlerden az olması. Ya Manchester'dan kısacaksın gideri, yada oturduğun mahalleden. 2400'lere düşürülür lakin yaşayıp yaşamadığını anlamayabilirsin sonunda. Kısacası bu yolun sonunda bankadan veya aileden kredi çekmek var. Başka kapıya...
Amerika
Ev... Amerikan evleri, Amerikan mobilyası, Amerikan mutfakları vb. birçok terimi duymuşuzdur Türkiye'de. Merak ederdim acaba ne bok var diye, haklılarmış, varmış bir bildikleri. Öncelikle, bildiğin Türkiye'deki villa tipi ev var kamyoncuda bile. 'Evsizim abi' diyebilecek insan yok sokakta, evin olmaması imkansız, adama dalarlar yani. Evler ucuz mu? Bildiğiniz Türkiye'deki villalar burada 200 bin dolar. 3-4 odalı, 2 salonlu, 2 klozet 1 banyolu, bahçesi standart sayılacak, garajlı bir ev. 8-13 odalı evler var, onlar bile 400-500 bin doları geçmiyor. Havuzu var, bahçen değil ormanın var, garajın Türkiye'deki otopark mafyasına hedef olabilecek büyüklükte ve rahat rahat basketbol potanı koyup 5'e 5 maç yapabileceğin bir alan var garajın önünde. Son olarak, 500 bin dolardan başlayıp 800 bin dolara kadar tırmanabilen devasa evler var. Bunların değerinin artmasının 3 temel sebebi var: lokasyon, arsanın büyüklüğü ve evin içinin adeta bir bilgisayar olması. Arsa büyüklüğüyle kastettiğim şey 3 standart apartmandır. Evin teknolojiyle donatılması da manyak bir olay tabii. Her odanın ama düşünebileceğiniz her bölgenin özel kliması olması, evdeki her türlü teknolojik eşyayı sadece tek kumandadan yönetebilmeniz, havuzunuzun Phelps'inkiyle aynı temizlik motorunu kullanması, evin içinde sauna-jakuzi veya bir iç havuz olması, absürd noktalarda LCD ekranların olması, evin tüm alanına dağılan subwooferlar sayesinde evi çınlatabilecek bir müzik sisteminin olması falan filan... Saymakla cidden bitmez. MTV Cribs'dekilerden bir farkı yok işte.
Bizim sevgili var, henüz evlenmedik, aynı evde yaşıyoruz, çocuk oldu olacak diyelim. 3-4 odalı birşey yetse de, gösteriş meraklısı olduğumuz için 8-15 odalı tarza sahip evlerden tutacağımızı varsayalım. Öncelikle kimse ev satın almaz. Ya bankadan kredi alınır yada bir nevi aynı hesaba gelecek olsa da mortgage sistemine başvurulur. Tabii başka bir seçenek ise kira. Bizim için her türlü hava hoş ama göçebe bir hayata sahip olduğumuzu varsayarsak evi krediyle satın almanın mantıksız olduğuna varabiliriz. Mortgage sisteminin makul olduğunu düşündük, ona karar verdik, kira öder gibi ev satın alacağız ne güzel. Evin değeri 320 bin dolar diyelim, 11 odalı, 3 salonlu, Los Angeles'ın biraz dışarısında. Garajı büyük ve ferah, 2 araba rahat sığıyor. Önünde de normal büyüklükte bir garaj yolu var, oraya da basketbol potamızı yerleştirdik. Evin içi lüks, mobilyalar kaliteli. Havuzumuz var, temizlik motoru son model olmasa da fena sayılmaz, 20 dakika sürmüyor tamamını temizlemesi. Tramplenimizi eksik etmedik.
Mortgage sisteminin detaylarına ayrı bir paragraf gerekir. Mortgage olduğu için bir faiz bedeli koyuyorlar elbette. 320 bin dolarlık bir ev, yaklaşık 460 bin dolara patlıyor sonunda. Önce 30 bin dolar peşinat istiyorlar. Makul mu makul... Kalan 430 bin doları ise 30 yıla bölüyorlar. 30 yıl demek, ayda1200 dolar demek. 1785 pound (3500 dolar) dolarlık İngiliz mağarasından sonra malikaneye 1200 dolar vermek şaşırttı, sevindik. Olası bir göç durumunda ne olacaktı? Ödediğimiz kadarını satacaktık, başkasına devredecektik kalanını, bir problem teşkil etmiyor bu durum da.
Ev halloldu, garajına koyacağımız alete bakalım. Arabalar fena ucuz, seçenekler bol, kişiden kişiye değişir tabii. Mustang hastasıyım, taktım kafama Mustang'i. Standart paket olmaz; yarış paketi olacak, spor jant-teker barındıracak, farlar xenon, koltuklar deri... Otomatik vites rahatlıktır, otomatik olacak. Standart versiyonunu istemem, Mustang GT Premium olacak. Motoru 4.6 Litre olacak, 350 beygir basacak. Ve sadece 30 bin dolara patlayacak! Lease etmeye karar veriyoruz. 3 yıllık bir lease programına giriyoruz ve 3 yıl boyunca ayda 550 dolar ödüyoruz arabaya. 3 yıllık sürecin sonunda 15 bin dolar verirsek araba bizim oluyor, vermezsek araba elden gidiyor. Vermemeyi, sürecin sonunda başka bir araba almayı tercih ediyoruz tabii. Sigorta İngiltere'den ucuz, 1.4 litre de değil 4.6 litre motor. Bal kaymak diyoruz. Sigortayı da ayda 125 dolara getiriyoruz.
Benzin... 'Sudan ucuz' terimini gerçeğe dönüştürecek kadar ucuz. Benzinin an itibariyle galonu 3.6 dolar. 1 galon 4 litreden biraz fazla yapıyor, yani litresi 90 cent'e geliyor. Türkiye'de 1 litrelik Erikli'ler ise 1 YTL. Sudan ucuz cidden, eheh. Yalnız bir sorun var, Amerika'da toplu taşıma yok. İngiltere'deki lüksümüz olmayacak. Tabii Avrupai anlayış da yok burada. İşe gideceğim yerle evin arasındaki mesafe yaklaşık 20 mil, yani 32 km. Gidiş dönüş 64 km. Arabanın benzin portföyü Micra'nınki gibi değil, 1 galonla 18 mil gidebiliyor. Yani 1 litreyle 6-7 km gidiyor bu meret. Günde 64 km sırf iş. Ayda 20 gün gideceğiz işe, 1280 km eder. Bir de harici kullanım, en az 1500 km. Yaklaşık 210 dolar gidiyor benzine, cebimiz yandı. Benzin ucuz ama gidilecek yerler uzak, klasik Amerikan yaşamı. Market için 10 km, iş için 32 km, tenis kompleksi için 25 km, sinema için 15 km... Nerede toplu taşıt, nerede taksi, nerede yerleşik toplu tesisler. Avrupa'ya özendiğimiz ilk ve belki de tek konu oluyor böylece bu. Allah'tan benzin sudan ucuz da o kadar zarar görmüyoruz.
LA'de yaşıyorsak bunun tek nedeni var... Sarı-Mor renklerle akan bu kanın, Lakers maçlarına gitmemesi ayıp olur. Karşı kıyıda bir zavallıyken ancak 4 tane futbol maçına gidebiliyorduk ayda. Yaşam standartları o kadar yüksek değil sonuçta. Burada durum değişiyor, tek tük değil kombine bilete alıyoruz. Sahaya yakın yerlerin fiyatı 7.700 dolar. Ağızlar uçukluyor, Jack Nicholson babaya şimdilik 'Olmaz' demek zorunda kalıyoruz. Orta bölümler güzele benziyor, en azından forma numaraları seçilebiliyor çıplak gözle, tamam diyoruz ve 2.300 doları bayıyoruz. Ama sonuç olarak 4 değil 41 maçı görmüş oluyoruz, Hollywood'un eteklerinde. (Playoff'lar için de özel bir indirim alıyoruz. Final'e çıkacağımızı varsayarsak en azından 10 maça gitmiş oluyoruz ve bu maçlar için indirimli fiyat olan normal sezon tarifesine anlaşıyoruz.) 2.300'ü de NBA'in oynanacağı 5.5 aya bölmek yerine 1 yıla bölüyoruz sabit bir aylık fiyat çıkarabilmek adına. Ayda 100 dolara patlıyor bu bir sezon bize.
Son olarak çalışma mevzuusu. Amerika'da da İngiltere'deki kadar olmasa da mühendislere ihtiyaç duyuluyor. Ancak maaşlarda şirketten şirkete bir farklılık olmuyor, daha düzgün bir şablon var ortada. Asgari ücretin 1200 dolar olduğunu görünce, Community College'a gidenlere selam yolluyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Bakıyoruz çizelgelere, Bachelor's degree almış yani 4 seneik üniversiteyi bitirmiş bir mühendise verilen ilk maaşın 3500-4500 dolar olduğunu görünce havalara uçuyoruz. Mekanik mühendisliğinde çalışacak olmak avantaj, daha fazla kazanacak dilime giriyoruz. Ama asıl sürpriz sonradan geliyor, maaşın artma oranı. 40'lı yaşlara gelinince maaşınız 9-11 bin dolar arası bir hale geliyor. O zamana kadar kendi işimizi kurarız diyoruz ama yedekte kalması fena da olmaz hani diyerekten cebe atıyoruz.
Burada durum apayrı bir konumda. Lüks ama ucuz... Nasıl yapıyorlar, işte orasını bilemiyorum. Dalga geçiyoruz da, resmen sudan ucuz benzine sahip olan bir ülke. Neyse, toplayalım ana giderleri. 2185 dolar ediyor toplam. Cidden olağanüstü. İngiltere'deki şartlarda yaşamaya çalışsak Amerika'da(ki mümkün değil, evlerin en kötüsü villa, arabanın en düşük motorlusu 2.0 Litre) cidden 400-500 dolar harcarız demek ki ayda. Neyse, uzun lafın kısası, Amerika'da bırakın 'geçinebilmeyi', ilk maaşınız olmasına rağmen para biriktirebiliyorsunuz. Kaldı ki çocuğu olmayan bir insan büyük eve taşınmaz, kimse ilk araba olarak Mustang almaz. LAL kombinesi de olağanüstü bir lükstür.
Türkiye
Geldik bize...
Açık ara sonucun ne olacağı belli aslında ama yazalım haydi. Eşi benzerine az rastlanan, muhteşem bir ülkeydi Türkiye. Ama şu son 20 yılda gelinen nokta içler acısı. Hiçbir umut ışığı da yok maalesef. Şuan Türkiye'de yaşamaya devam ediyor olacaktım eğer ekonominin durumu bu kadar kötü olmasaydı. Boğaziçi-ODTÜ mezunlarının işsiz kaldığı yerde, İTÜ seviyesinde bir üniversiteyi kazanacaktım, bu da açıkçası beni pek sarmadı ve Amerika'ya geldim, kendi rızamla. Keşke zorunda kalmasaydım...
Ev. İngiltere'de evler müstakil ama aran dar. Tabii semi-detached olduğu için de yanına yapışık bir komşun var. Amerika'da tam müstakil evler. Aradığın herşey var. Türkiye'de ise apartman dairesi. Ucuz olsa tamam diyeceğiz ama artık 300-400 bin YTL'den başlıyor orta sınıf evler. Olacak iş değil! Neyse, biz 2+1 arıyoruz, Acıbadem/İstanbul mevkiinde. 1.450 ytl ayda... Tamam diyoruz, başka çare yok. Evin içi İngiltere'ye kıyasla çok daha güzel. Tonlarca pencere var, evin oda sayısına göre ev gayet ferah. Ama Amerika'yla karşılaştıramıyoruz tabii.
Araba konusu epey bir değişik. Sigorta yine ucuz olmasa da İngiltere'ye nazaran ucuz. Kurallar da gevşek, lstediğin motoru kullanabiliyorsun. Ama arabalar fena pahalı. Geliş fiyatları 20-30 bin iken gümrükten geçtikten sonra asılan etiket 60-70 oluyor. Orada duruyoruz... Araba bize lüks diyerek, toplu taşıta başvuruyoruz. Akbile ayda 200 ytl koymanın yeterli olacağını düşünüyoruz, bir de erişemediğimiz bir yer olursa taksiye geçiyoruz, ona da ek bir 50 ytl ayırıyoruz ay başına. Sigorta ve benzinden yırtmış oluyoruz.
Çok sıkı bir Galatasaray taraftarıyız. Ama ne bir mabed var ne birşey. Old Trafford ve STAPLES'tan sonra karşımıza çıkan şey bir yanı bir yanına uymayan Ali Sami Yen Stadyumu oluyor. Kem küm ederekten de olsa, sabahleyin traş olurken kestiğiniz yerden çıkan kan aklınıza gelince ikna oluyorsunuz ve gidiyorsunuz Biletix'e. O da ne? Kapalı'da oturmak 150-200 YTL. Asgari ücretle 3 maça gidiliyor, öyle mi. Vazgeçiyorsunuz, traş yarasına da bir yarabandı çakıyorsunuz. En büyük zevkinizden, tribünde maç seyretmekten mahrum kalıyorsunuz. Digitürk'ü almak gerekiyor artık, o da ayda 80 YTL. Canınız yanıyor, o paraya tribüne giderdim diyorsunuz ama birşey yapamıyorsunuz.
Son olarak iş. Hani bunca saçma pahalılıktan sonra işin iyi olmasını mı bekliyoruz? Hayır tabii ki. Asgari ücretin ne durumda olduğu belli. Artık iyice kalabalıklaşan nüfüsta boş pozisyonun olmadığı da aşikar. Ortada kalıyorsunuz. 1500 ytl verecek bir firma bulursanız şükrediyorsunuz. Arabanız, kombineniz olmamasına rağmen açıkta kalıyorsunuz. Buna dünyanın resmi olarak en pahalı internetini, elektriğini, suyunu ve vergisini de ekliyorsunuz; Bakırköy'e gidip, Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yatıyorsunuz.
Kategori:
Hayat,
Ivır Zıvır
Şükürler Ola
Bynum'un iyileştiğine dair haberler çıkıyor son 2 haftadır... Kendisi de dizinin sağlık durumu için '%100' kelimesini kullanmıştı. Yine de insan inanamıyor kuru laflara. (bkz. 2+1)
Bugün ise Bynum'un iyileştiğinin kanıtı vardır ortada. Zira Lakers antremanın kendine gelen Alley-oop pasına kalkarken bir patavatsız ayaklarını yerden kesercesine faul yapmış, sert bir şekilde düşmüş Bynum yere, dizinin üstüne düşmesi de iyice kötüleştiriyor pozisyonu. Ama Bynum, sakatlanmadan önceki gibi, bir saniye geçmeden kalkmış ayağa, suratında bir ağrı-sızı ifadesi dahi olmadan. Maçtan sonraki röportajda da çok sağlıklı olduğunu, herşeyin bittiğini ve artık basketbola konsantre olmak istediğini filan söylemiş.
Ne diyelim, şükürler olsun. Tam tamına 200 gün önce iyileşmesi gereken bir oyuncuydu, verilen tarih bunu gerektiriyordu ama gelinen durum bu işte. Sene sonunda altın kupayı göremediysek, yegane sebeplerinden biridir şu. O yanlış operasyonu yapan doktoru bir bulsam zaten, üzerine yürüyeceğim 'Are you big doctor ulan' nidalarıyla...
Gereksiz bir dipnot: Ne uğursuz bir fotoğrafmış şu da he; resimde gözüken Bynum dışındaki 3 şahıs(Javaris Crittenton, Kwame Brown, Ronny Turiaf) takımda artık yoklar, Bynum da ancak şimdi dönebiliyor parkelere.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)